17 Ağustos 2011 Çarşamba

Umberto Eco

Felsefe, ‘Yıldız Savaşları’ değildir

Neden varız? Nasıl yaratıldık? Dünyayı nasıl anlayabiliriz? ’Büyük Tasarım’ adlı kitabın yazarları Stephen Hawking ve Leonard Mlodinow, bu ve benzeri sorulara sadece fiziğin yanıt verebileceğini söylüyor. Ve bence saçmalıyorlar.

İtalyan La Repubblica gazetesinin 6 Nisan 2011 tarihli nüshasında, Stephen Hawking ve Leonard Mlodinow’un ‘The Grand Design’ (Büyük Tasarım) adlı kitabıyla ilgili bir haber yayımlandı. Haberin spotunda, kitaptan bir bölüm yer alıyordu: “Felsefe öldü, sadece fizikçiler evreni açıklıyor.” Felsefenin ölümü daha önce de ilan edilmişti, dolayısıyla şaşıracak bir şey yoktu, ama Hawking gibi bir dâhinin saçmaladığını düşündüm. Gazetenin yorum hatası yapıp yapmadığından emin olmak için kitabı satın aldım ve okuyunca kuşkularımda haklı olduğumu anladım.

Tavşan kulaklı kahraman

Kitap, iki kişinin elinden çıkma. Aslında Hawking söz konusu olduğunda bu ifade ne yazık ki tamamen metaforik; çünkü, kol ve bacaklarının, olağanüstü beyninin komutlarına yanıt vermediğini biliyoruz. Dolayısıyla kitap, esas olarak ikinci yazarın eseri. Kitabın arka sayfasında da yazardan, ‘Yıldız Savaşları’ dizisinin bazı bölümlerinin başarılı senaristi olarak söz ediliyor (başka zamanların çocukları için hazırlanmış bir ansiklopediye çizilmiş gibi duran harika illüstrasyonlardan da anlaşılıyor zaten; çünkü çizimler renkli ve albenili, ama anlatmak istedikleri karmaşık fizik-matematik-kozmolojik teoremlere ilişkin bir şey açıklamıyor). Belki de felsefenin kaderini, tavşan kulaklı kahramanların eline bırakmamak gerekirdi.

Eser, felsefenin artık söyleyecek bir sözü olmadığı ve sadece fiziğin(1) içinde bulunduğumuz dünyayı nasıl anlayabileceğimizi, (2) gerçeğin doğasını, (3) evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı olup olmadığını, (4) neden ‘hiç’ yerine ‘bir şey’ olduğunu, (5) neden var olduğumuzu, ve (6) neden başka bir şey değil de, bu özel yasalar bütünü olduğunu bize açıklayabileceği iddiasıyla başlıyor. Görüldüğü gibi, bunlar tipik felsefi sorular; ama kitap, en felsefi gibi görünen son dört soruya fiziğin nasıl açıklama getireceğini gösteriyor. Ancak son dört soruya yanıt vermeye çalışmadan önce ilk iki soruyu cevaplamak gerekir: Bir şeyin gerçek olduğunu söylemek ne anlama gelir? Ve dünyayı gerçekten var olduğu gibi mi tanıyoruz? Okuldaki felsefe derslerinden hatırlayacaksınız: Biz dünyayı, zihnimizin “Bizim dışımızda bir şeyler mi var?” düşüncesine uyum sağlamasıyla mı tanıyoruz (Woody Allen ekliyordu: Yanıt “Evet” ise, bütün bu gürültü niye?) yoksa Berkleyci(*) miyiz ya da, Putnam’ın(**) dediği gibi kavanozdaki beyinler mi?

Kitabın önerdiği temel yanıtlar, son derece felsefi ve bu felsefi yanıtlar olmasa fizikçi bile neden ve neyi tanıdığını söyleyemez. Nitekim yazarlar ‘modellerden bağımsız bir gerçekçilik’ten söz ediyor, yani “Tanımlar ve teorilerden bağımsız hiçbir gerçek kavramı olamaz” diyorlar. Dolayısıyla, “Farklı teoriler, aynı olguyu farklı kavramsal yapılarla tatmin edici biçimde anlatabilir” ve gerçekle ilgili algılayabileceğimiz, tanıyabileceğimiz ve söyleyebileceğimiz her şey, modellerimiz ve dışarıda olan, ama duyu organlarımız ve beynimizin formuna göre tanıdığımız o şey arasındaki etkileşime bağlı.

İç gerçekçilik

Kuşkucu okurlar, bir Kant hayaleti bile sezinlemişlerdir; ama iki yazar kuşkusuz, felsefede ‘holizm’ (bütüncülük) diye adlandırılan, bazılarının da ‘iç gerçekçilik’ dediği şeyi öneriyor.

Görüldüğü üzere, bunlar fizik buluşları değil, fizikçinin araştırmasına destek ve geçerlilik sağlayan felsefi farzlardır; iyi bir fizikçi de, yöntemlerinin felsefi temellerini sorgulamak zorunda. Bu bildiğimiz bir şey, Mlodinow ve ‘Yıldız Savaşları’ tayfasından çıkan olağanüstü açıklamalarla ilgili bazı şeyleri, örneğin “Eski çağlarda doğanın şiddetli hareketleri kötü kalpli ya da nispetçi bir tanrılar Olimpos’una atfedilmesi”ni bildiğimiz gibi. Hay Allah ve Vallahi.

(*) Berkley:1685-1753 yılları arasında yaşayan ve dünyada yalnızca ruhların ve bu ruhların idelerinin var olduğunu, maddenin var olmadığını öne süren İngiliz düşünür.

(**) Putnam: 20’nci yüzyıl Amerikan felsefe-sinin en önemli isimlerinden Hilary Putnam ‘Kavanozdaki Beyinler’ adlı makalesinde, beyni vücuttan çıkarıp içi sıvı dolu bir kavanoza yerleştiren, sonra da bilgisayara bağlayan çılgın bir bilim adamından söz eder.


Unutulan kadınlar

Dante, ‘İlahi Komedya’ gibi bir başyapıtı hazırlarken eşi Gemma Donati’den ne kadar etkilendi? Helena, kocası Descartes’a destek mi oldu, köstek mi? Kocaların yazdığı tarih, eşleri anonimliğe mahkûm ediyor.

‘Kadınlar Ansiklopedisi’ adlı internet sitesi (www.enciclopediadelledonne.it); Azize Sienalı Caterina’dan Tina Pica’ya(1), birçoğu haksız yere unutulmuş kadınlara yer veriyor. Diğer yandan, Gilles Ménage 1690 yılında hazırladığı filozof kadınlar tarihinde, hakkında çok az şey bildiğimiz Temistocle’den, Diotima’dan, Sirenaikli Arete’den, Megaralı Nikarete’den, Hipparchia’dan, gezimci (felsefe anlamında) Theodora’dan, Epiküryen Leontium’dan söz eder. Bunların çoğunun şimdi hatırlanması çok doğru bir şey.

Eksik olan, bir eşler ansiklopedisi. Justinianus ve Teodora’dan, Obama ve Michele’e, her başarılı erkeğin arkasında bir kadın olduğu söylenir (tersi olmaması ilginç, bakınız İngiltere Kraliçesi Elizabeth); ama genellikle eşlerden pek söz edilmez. Klasik Antik dönemden sonraki çağlara kadar, eşlerden çok metresler önemliydi. Clara Schumann ya da Alma Mahler, evlilik dışı ya da sonrası ilişkileriyle haber oldular daha çok. Aslında, eş olarak sözü edilen tek kadın Ksantippi’dir (Sokrates’in eşi), o da kötü anlamda.

Sık sık isimler konusunda yanlış yapsa da (Jung yerine Yung gibi), yazılarını bilge alıntılarla ve nereden bulduğu meçhul anekdotlarla süsleyen Pitigrilli’nin(2) bir yazısı geçti elime. Yazıda Aziz Pavlus’un uyarısını hatırlatıyor: “Melius nubere quam uri”, yani “Çok zorda kalırsanız evlenin” (pedofil rahipler için iyi bir öneri). Ama Platon, Lucretius, Virgil, Horatius ve diğerleri gibi, büyük ustaların çoğunun bekâr olduğuna dikkat çekiyor. Ancak bu doğru değil, en azından tamamen doğru değil.

Platon için geçerli olabilir. Diogenes Laertius’dan öğrendiğimiz kadarıyla, -öğrencileri arasında Axiothea ve Lasthenia adında iki kadın öğrenci olsa da ve erdemli bir erkeğin evlenmesi gerektiğini söylese de- sadece genç erkekler için şiir yazarmış. Sokrates’in kötü evliliği onu olumsuz etkilemişti belki de. Ama Aristo önce Pythias ile evlenmiş, onun ölümünden sonra da Herpyllis ile birlikte olmuştu. Evlenmişler miydi, metres hayatı mı yaşamışlardı bilmiyoruz, ancak vasiyetinde ondan sevgiyle söz etti; kaldı ki ondan, eserlerinden birine (Nicomakhos’a Etik) adını veren, Nikomakhos adında bir oğlu oldu.

Lukretius neden delirdi?

Horatius’un ne eşi oldu ne de çocuğu, ama yazdıklarından, kaçamaklar yaptığı kuşkusuna kapılıyorum. Ve Virgil, galiba öyle utangaçtı ki asla aşkını itiraf edemezdi, ama dostu Vario Rufus’un(3) karısıyla ilişkisi olduğu söylenir. Ovidius ise üç kere evlendi.

Lukretius ile ilgili olarak, eski kaynaklarda hemen hemen hiçbir şey yok. Aziz Gerolamo’nun dediğine bakılırsa, bir aşk iksiri delirmesine neden olduğu için intihar etmiş (ama azizin, tehlikeli bir ateisti deli olarak göstermesi işine geliyordu) ve Orta Çağ ve hümanistik gelenek, eş miydi metres mi, büyücü mü büyücüden aşk iksiri isteyen seven bir kadın mı bilinmez, gizemli bir Lucilia’dan söz etti. Lukretius’un, iksiri bizzat hazırladığı da söylenir, ama her halükârda Lucilia pek matah biri olarak anılmaz. Belki de, Lucretius’un umutsuz bir aşka tutulduğu için intihar ettiğini söyleyen Pomponio Leto haklıdır.

Tarih boyunca ilerlersek; Dante, Beatrice ile ilgili hayaller kurardı ama, her ne kadar bundan pek söz etmese de, Gemma Donati ile evliydi. Çoğu kişi Decartes’ın bekâr olduğunu düşünür (hızlı yaşayıp genç öldüğü için) ama aslında Holanda’da tanıştığı hizmetçi Helena Jans van der Strom’dan Francine adında bir kızı olmuştu (çocuk beş yaşında öldü). Birkaç yıl bu kadınla beraber yaşadı ama onu hep hizmetçisi olarak tanıttı. Ama kızını nüfusuna geçirdi ve diğer kaynaklara göre başka maceraları da oldu.

Kısacası, din adamları ve Cyrano de Bergerac (Rostand severlere böyle korkunç bir haber verdiğim için üzgünüm) ya da Wittgenstein gibi gizli ya da aleni eşcinseller dışında, bekâr olduğundan emin olduğumuz tek isim Auguste Comte. Pek ihtimal verilmiyor ama Hegel de evliydi, hatta tam bir çapkındı ve evlilik dışı bir çocuk sahibiydi. Bir de, karısı Jenny von Westphalen’e çok bağlı Marx var.

Sorun şu: Gemma’nın Dante, Helena’nın Descartes, tarihin es geçtiği diğer kadınların kocaları üzerindeki etkisi ne? Ya Aristo’nun tüm eserlerini Erpillide yazdıysa? Hiç bilemeyeceğiz. Kocaların yazdığı tarih, eşleri anonimliğe mahkûm etti.

(1) Tina Pica (1884-1968): İtalyan sinema ve tiyatro oyuncusu.

(2)
Pitigrilli: 1893-1975 yılları arasında yaşamış İtalyan yazar. Gerçek adı Dino Segre idi.

(3) Lucio Vario Rufus (MÖ 74-14): Romalı şair

“Bir zamanlar buralar şehirdi”

Basmakalıp cümleleri ne kadar sıklıkla kullanıyoruz, farkında mısınız? İtalya’da çıkan bir kitap, 500 klişe cümleyi toplamış. Ama ters yüz ederek.

İtalyan yayınevi Einaudi’den, ‘Erken geldiğim için özür dilerim, ama hep yeşile yakalandım’ adlı bir kitap çıktı. Anlayışı kıt okurlar için açıklayayım: “Geç kaldığım için özür dilerim, ama hep kırmızı ışığa yakalandım”ın tersi. Önsözünü Stefano Bartezzaghi’nin yazdığı kitapta, hepimizin çoğu kez farkında olmadan, sıklıkla kullandığı 500 klişe cümle alınmış ve tersine çevrilmiş. En anlaşılırlardan biri “Venedik, Güney’in Amsterdam’ı”. En zekicesi: “Müzik, albinoların kanında var.”

Rastgele birkaç örnek veriyorum: “Bazen hayal gücü gerçeğin önüne geçiyor.” “Irkçı olduğumu belirteyim.” “Diğer Papa büyük bir teologdu, bunun insanlarla ilişkisi daha derin.” “Ağır uyuşturucular marihuanaya ilk adımdır.” “Onu canım gibi sevmiyorum.” “Bir günlüğüne koyun gibi yaşamaktansa 100 gün aslan gibi yaşamalı.” “İnsan öğrenerek hata yapar.” “Evimdeymişsin gibi davran.” “Bana siz diyebilirsiniz.” “Bunağım, ama yaşlı değilim.” “Nem değil sıcak.” “Meyve ana öğünlerde yenmeli.” “Benim için Çince matematik gibi.” “Şu kuzuyu görüyor musun, buluta benziyor.” “Vücudumuzun yüzde biri su.” “Sadece bir pizza yedik yanında meşrubat, ama çok az ödedik.” “Çok yiyorum ama zayıflayamıyorum.” “Film her zaman kitaptan daha iyi değildir.” “Katil her zaman ev sahibidir.” “Usta çırağı geçti.” “Şöhret beni değiştirdi.” “Aslında Mussolini birçok kötülük de yaptı.” “Mafya vardır.” “10 bin lira organizatörlere 100 bin lira belediyeye.” “Bir zamanlar buralar şehirdi.” “Roma’da arabadan çok park yeri var.” “Almanlar çok deorganize insanlar.” “Paris çirkin bir kent, ama Fransızlar çok sempatik.” “Kazanmasını bilmek lazım.” “Futbolda heteroseksüeller varsa da ben görmedim.” “Ölmek biraz da gitmektir.” “Beyin televizyonu yıkar.” “Cep telefonu kullanmıyorum, saate kol saatimden bakıyorum.” “Linus da kullanırım ama çok kolay.” “PC’lerin tasarımı MAC’ten daha çekici.”

Klişeler bazen can simididir

Eğlence sona erip de örnekleri devam ettirme ihtiyacı doğunca (örneğin, “Herkes benim yönümde kürek çekse, memleket nasıl yönetilir?” “Günümüz dünyasında artık kimse ne yaptığını bilmiyor.” “Rimini’de (*) herkes plajda, diskoteğe kimse ayak atmıyor.” “Bütün parasını Doğu’ya transfer etmişti.”) orijinal, yaratıcı olduğunu sandığımız bu basmakalıp cümleleri sıklıkla kullandığımızı fark ediyoruz. Çünkü, çoğunlukla bilinen bir gerçeği yansıtıyorlar ve herkes bilse de, gerçeği söylemenin kötü bir yanı yok. Ayrıca dilin ‘ilişkisel’ işlevini üstleniyorlar. Bu, (Rus dil bilimci Jakobson’u bilmeyenler için söylüyorum) bilgi, istek, emir iletilmese de, teması sağlama işlevidir. İnsanların karşılaştıklarında veya bir yerden ayrılırken sarf ettikleri, “Ne güzel bir gün”, “Nasılsınız?”, “Memnun oldum”, “Allahaısmarladık” gibi sözlerin ilişkisel işlevi vardır. Ancak karşı tarafın bildiği dışında bir şey söylemeyen klişelerin de (“Farkında mısınız hazirandayız, artık mevsimler arasında fark kalmadı”) ilişkisel işlevi bulunur. Bunların amacı, o kişiyle nazik bir ilişki kurmak istediğimizi, onun gibi düşündüğümüzü göstermektir.

Yaşlandıkça, insanlarla ilişki kurmamaya çalıştığımı, onları çok itici (ilişkileri değil, insanları) bulduğumu fark ediyorum. Ama bana tamamen yabancılarla (taksi şoförüyle, yan apartmanın kapıcısıyla, gazete bayii ile, çaycıyla), sorun yaratmamak için, yaşam ve iklim üzerinde derin düşünceler paylaşıyorum. Onlar gibi düşündüğüm için beni iyi bir insan olarak addediyorlar ve iş birliği yapıyorlar. Ayrıca, yeni bir şey söylemediğim için, özel bilgiler isteyerek beni rahatsız etmiyorlar ve -düşüncelerimin onlarınkiyle aynı olduğunu varsayıp- milli takım teknik direktörü Lippi hakkında ne düşündüğümü de sormuyorlar (ki bu bir yabancıyı da rahatsız eder).

Klişeler, bizi diğerleriyle gerçek ilişkiden korur ve ‘ne pahasına olursa olsun iletişim’ çağında, sessizlik ve yalnızlığı yeğleyen biri için can simididir.

(*) Rimini: Adriyatik Denizi kıyısında, sayfiye kenti.

SEN SUS, PİS ENTELEKTÜEL!

Kimdir entelektüel? Beyin gücüyle çalışan kişi mi, yoksa kitapları ve müphem zihinsel meşguliyetleri arasında steril bir yaşam sürüp, kendi işiyle uğraşacağına uzman olmadığı konulara burnunu sokan biri mi?

Mart ayı başında, İtalyan ‘Corriere della Sera’ gazetesinde Ernesto Galli Della Loggia (ki kendisi tehlikeli bir komünist değildir) PDL (Popolo della Liberta- Özgür Halk Partisi) hakkında eleştirel bir yazı kaleme aldı. Bunun üzerine, parti koordinatörlerinden Sandro Bondi, Ignazio La Russa ve Denis Verdini, 4 Mart’ta aynı gazeteye gönderdikleri bir mektupta, itirazlarını dile getirdi. Tartışma konusuna girmeyeceğim; köşe yazarı, siyasi bir partiyi eleştirmekte özgürdür ve siyasetçilerin bu eleştirilere karşı çıkma hakkı vardır. Beni ilgilendiren, Özgür Halk Partisi temsilcilerinin dil seçimi.

Şöyle yazıyorlardı: “Bazı eleştiriler vardır ki, -Corriere’de dün yayımlanan yazı gibi- kısırdırlar; çünkü gerçeğin dürüstçe incelenmesinden değil, entelektüellerin dediği gibi, oto-referansiyel düşünceden kaynaklanmaktadırlar.” Galli Della Loggia’nın eleştirilerinin ‘bir entelektüel’e özgü olduğu, mektubun diğer bölümlerinde de ortaya çıkıyordu. Bondi, La Russa ve Verdini, bu tür eleştirileri ‘sadece sevdiği kitapların ve çok kişisel düşüncelerin eşliğinde, tamamen steril bir ortamda, olaylar hiç olmamış gibi davranan’ kişilerin yaptığını yazıyordu.

İlginç olan şu ki, entelektüelden kasıt, kol gücüyle değil beyin gücüyle çalışan kişiyse, o halde sadece filozof ve gazeteciler değil, aynı zamanda bankerler, sigortacılar ve tabii ki Bondi (ki şiir de yazıyor) gibi siyasetçiler de entelektüeldir. Ayrıca La Russa ve Verdini de, kanımca, hayatlarını toprak çapalayarak kazanmıyor. Ve entelektüel sadece beyniyle çalışan değil, aynı zamanda düşünceyle eleştirel faaliyette bulunan kişiyse (neyi eleştirir ve bunu nasıl yaparsa yapsın) mektuba imzasını atan üç kişi kendilerini entelektüel addetmeli.

Ama ‘entelektüel’ kelimesinin özel tarihi çağrışımları var. Kimilerine göre, terime ilk kez 1864’te Barbey d’Aurevilly’nin ‘Chevalier des Touches’ adlı eserinde rastlansa da, sistematik olarak, talihsiz Dreyfus Vakası’nda kullanılmıştır. En azından Proust, Anatole France, Sorel, Monet, Renard, Durkheim ve ‘J’accuse’ (Suçluyorum) başlıklı ‘öldürücü’ makaleyi kaleme alan Zola gibi bir grup yazar, sanatçı ve bilim adamı Dreyfus’un, daha çok antisemitik bir komplo kurbanı olduğuna inandıklarını söyleyip, davanın yeniden görülmesini istedikleri 1888’den beri. Bunlar, dönemin Fransa Başbakanı Clemenceau tarafından entelektüel olarak tanımlandı; ama tanım, hemen akabinde Barrès ve Brunetière gibi reaksiyoner düşünce temsilcileri tarafından; şiirle, bilimle ya da kendi işleriyle uğraşacaklarına, uluslararası casusluk veya askeri adalet (ki askerlere bırakılmalı) gibi uzman olmadıkları işlere burunlarını sokan insanlar için aşağılayıcı anlamda kullanıldı.

Genlerinde taşıyorlar

Kısacası entelektüel, Dreyfus karşıtları için, kitapları ve müphem zihinsel meşguliyetleri arasında yaşayan ve somut gerçekle teması olmayan (bu nedenle susması evla) kişilerdi. Bu küçümseyici değerlendirme, dönemin polemiklerinde ortaya çıkıyor; ama Bondi, La Russa, Verdini’nin mektubundaki ifadelerle benzerlik taşıyor.

Mektuba imza atan üç kişinin, kuşkusuz entelektüel olmalarına karşın (oto-referansiyel terimin anlamını bildiklerine göre), 120 yıl öncesinin polemiklerinden haberdar olduklarını sanmıyorum. Sadece genlerinde eski polemik alışkanlıklarını taşıyorlar; tıpkı senden farklı düşüneni (pis) entelektüel addetmek gibi.

Yıllar önce, mafyayı ihbar etmek için Şeytan Sinagogu’ndan söz eden ve Yahudileri kızdıran o şansız piskopos geliyor aklıma. Onu savunanlar beyhude yere tanımın Yahuda İncili’nde yer aldığını söylemişlerdi; ama orada da Yahudi karşıtlığı için kullanılmıştı ve bu nedenle terim 1800’lerin reaksiyoner katolikliğinin antisemit polemiklerinde yer almıştı. Dolayısıyla, kökeninin kokusunu peşi sıra sürükleyen bir deyimdi; iyi niyetli bir vaazın vurgusunda kullanılmış olsa da.

PEKİ KİMDİR BU UMBERTO ECO?

İtalyan edebiyat eleştirmeni, akademisyen, gazeteci, işaret bilimcisi (diğer adıyla göstergebilim), roman yazarı ve yeniçağ filozofodur. Entellektüel bir dille ele almış olduğu polisiye romanı "IL Nome Della Rosa" (1980, Gülün Adı) ile geniş kitlelerce tanınır hale gelmiştir. Göstergebilimin, Ortaçağ öğretilerinde, İncil tefsirlerinde, yazınsal teorilerde, gizemli ve kurgusal olayların açıklanmasında birleştirici - bütünleştirici bir unsur olarak kullanılabileceği hususuna dikkatleri çekerek, bu farklı bilim dalının kullanım alanının genişletilebileceğini savunmuştur. Günlük hayatta karşılaşılan birçok kültürel fenomeni, düşünsel temelden yazınsal açıklamalara dönüştüren ve bunları işaretlerin teorik bir öğretisi şeklinde kurgulayan kişi olarak bilinmektedir. Tam bir Ortaçağ uzmanıdır ve beş dili anadil seviyesinde konuşabilmektedir. Yazarın ilgi çekici soyadının kaynağı bilinmese de, nüfus müdürlüğünden bir memur tarafından, yetim olan büyükbabasına verildiği ve muhtemelen "ex caelis oblatus" (cennetten gelen armağan) söyleminin kısaltılmışı olduğu düşünülmektedir.
Düşünsel alanda "Dedalus" takma adıyla bilinen ünlü yazar, 5 Ocak  1932'de İtalya 'da küçük bir kasaba olan Alessandria'da dünyaya geldi. Muhasebeci olan babası Giulio, hükümet tarafından savaşa çağırılınca, annesi Giovanna ile birlikte Piedmontese dağlarının eteğinde küçük bir kasabaya yerleştiler. Bu savaş sürecinde, yaşadıkları kırsalda düşünsel hayatı şekillenen Eco, faşistlerle partizanların siyasi erk mücadelesini heyecanlı ama dingin bir ruhla izledi. Sözkonusu süreç sonraları, ünlü düşünürün otobiyografi tadında yazacağı, ikinci romanı "Foucault's Pendulum"un altyapısını oluşturacaktı.
Hukukçu olmasını isteyen babasına karşılık Eco, hukuk eğitimini yarıda bırakarak, kendi ilgi alanlarının izinden gitti ve Torino Üniversitesi'nde Ortaçağ Felsefesi ve Edebiyatı eğitimi aldı. 1954'te eski filozoflardan olan din düşünürü Thomas Aquinas ve onun Ortaçağda oluşturduğu ekolün estetik anlayışı üzerine yazdığı bitirme teziyle felsefe doktorasını tamamlayan yazar, kendisinin düşünsel yorumlarından ve estetik ifade tarzından çok etkilenen, üniversite hocası Luigi Pareyson'un "Estetica for Lettere Italiane" eserinin eleştirisini yazdı. 50'li yılların başlarında, entellektüel bir Katolik militan olan Eco, doktorasından sonraki yıllarda dini inanç sistemini sorguladı ve dinin varlığını inkar ederek Roma  Katolik Kilisesinden ayrılmaya karar verdi.
1954 - 1959 yılları arasında ünlü yazar, Milan'da, İtalyan devlet televizyonu RAI'de kültürel programlara editörlük yapmaya başladı. Bu editörlük deneyimi Eco'ya, medyanın gözüyle modern kültürün eleştirisini yapma fırsatı verdi. Aynı zamanda prefosyonel yazın çalışmalarına başladı. 1956'da doktora tezini daha geniş bir perspektifle detaylı olarak ele aldığı ilk kitap çalışması "Il Problema Estetico di San Tommaso"yu yayınlayan Eco, aynı zamanda Torino Üniversitesi'nde düzenlenen konferanslara konuşmacı olarak katılmaya başladı. Sonrasında ise, avangard yazarlar, müzisyenler ve ressamlar arasında bir iletişim ağı kurarak, bilginin paylaşımına öncülük etti.
1958 - 1959 yılları arasında askerlik hizmetini yerine getirdikten sonra, Ortaçağ düşünsel felsefesiyle ilgili olan "Sviluppo Dell'estetico Mediavale" adlı ikinci kitabını kaleme aldı ve RAI'deki işini kaybetti. Bu eser Eco'yu, Ortaçağ felsefesinin önde gelen düşünürlerinden biri ilan etmedi; ancak yazarın babasını, doğru mesleği seçtiği konusunda ikna etmeyi başardı. Yazarın edebiyatçı ve öğretici kimliğinin yükselişe geçmesinin, işini kaybettiği dönemle kesişmesi, aslında Eco için özellikle düşünsel ve edebi bir kariyerin önünü açtı. Çünkü 1959'da, Milan'da faaliyet gösteren Casa Editrice Bompiani'de kıdemli editörlük yapmaya başladı. Yine aynı yıl, entellektüel bir magazin dergisi olan II Verri için, her ay "Diario Minimo" adını verdiği köşesinde yazmaya koyuldu. Avangard düşüncelere ve dilbilimin kurallarına sadık kalmak suretiyle, magazinel kültürün ve modernleşen dünyanın yozlaştırdığı birçok parodiyi, eleştirel bir söylemle ele almak, Eco için oldukça eğlendirici hale gelmişti. Ünlü edebiyatçı sonraları, kaleme aldığı bu makaleleri "Misreadings - Diario Minimo]]]" (Yanlış Okumalar) adı altında bir kitapta topladı (1963). 1961'de, süreli bir yayın olan Marcatré'nin kurucuları arasında yer aldı.
50'li yıllar boyunca, yazınsal kariyeri sayesinde, işaretlerin anlamı, estetik anlayışı, iletişim ve düşünsel öğretilerle ilgili fikirlerini geliştirme fırsatı yakalayan edebiyatçı, bunlar üzerine birçok deneme yazdı. Sözkonusu denemelerinden derlediği "Opera Aperta" (Açık Yapıt) adlı kitabını 1962'de yayınlayan Eco, bu çalışmasında moderniteye ilişkin kavramların geleneksel köklerine indi ve farklılıkları eleştirel bir bakışla ortaya koydu. Aynı yılın Eylül ayında, Alman bir sanat eğitmeni olan Renate Ramge ile hayatını birleştirdi.
Artık tanınmış bir köşe yazarı haline gelen Eco'nun birçok makalesi, Il Giorno, La Stampa, Corriere della Sera, La Repubblica, L’Espresso ve Il Manifesto gibi İtalya'nın büyük basın-yayın kuruluşlarında yer alarak okuyucuyla buluştu. Aynı zamanda akademik kariyerine devam etmek için 1964'te Milan'a yerleşen ünlü edebiyatçı, gelen bir teklif üzerine, Floransa Üniveristesi'nde Görsel İletişim Profesörü olarak ders vermeye başladı. 1966 yılında ise, Milan Politeknik Okulunda, Göstergebilim Profesörü ünvanıyla kariyerini sürdürmek için Milan'a geri döndü. Aynı yıl yazdığı Le Poestische di Joyce: dall "summa" al "Finnegans Wake" adlı kitabını okuyucunun beğenisine sundu. Milan'da bulunduğu süreç içerisinde, işaretlerin anlamı ve gücü üzerine teoriler geliştirmeye başlayan Eco, teorilerini satırlara dökmeye başladı. Yazarın bu anlamdaki ilk göstergebilim kitabı, 1968'de yayınladığı "La Struttura Assente"dir. Eco'nun Ortaçağ estetiğine yönelik ilgisinin, gittikçe kültürel değerler ve edebiyat gibi daha çok insanın buluşabildiği ortak paydalara doğru dönüşüm göstermesiyle birlikte, yazar daha sonra, göstergebilim felfesini bu dallar üzerinde yeniden şekillendirerek, La Struttura Assente'yi takrar düzenleyecek ve 1976'da "A Theory of Semiotics"i yazacaktı.
1971 yılında, Bologna Üniversitesi'nde yine Göstergebilim profesörü olarak dersler vermeye başlayan Eco, teorilerine ve felsefik düşüncelerine sağlam bir altyapı oluşturma sürecine girdi. 70'li yıllar boyunca, işaretlerin düşünsel çözümlemeleri ile ilgili teorilerini sürekli geliştirerek, bunlar üzerine birçok kitap yazdı. 1973 yılında, birtakım gazeteler için kaleme aldığı makalelerden "Il Costume di Casa" adıyla yine bir derleme kitabı oluşturdu. 1974 yılına gelindiğinde, başkan yardımcılığını yürüttüğü Uluslararası Göstergebilim Öğretileri Derneği için ilk defa bir konferans düzenleyen ünlü edebiyatçı, bu öğretinin, diğer bilim dallarının amaçlarına yönelik eleştirel bir bilimsel davranış şekli olduğunu belirtti ( 1979'da bu konferansta değindiği önemli konulara ilişkin söylemlerini kitap haline getirerek, A Semiotic Landscape adıyla yayınladı). Bu çalışmalardan sonra, 70'li yılların sonlarında bir göstergebilim profesörü olarak ünlenen Eco, bilimsel kariyerinden roman yazarlığına doğru hiç umulmadık radikal bir dönüşüm gösterdi.
1980 yılında, işaretlerin gizemini, yaşamlarımızdaki karmaşık varlığını, kurgusal; fakat açık bir dille vurguladığı ve polisiye roman türünde işlediği "The Name of the Rose" (Gülün Adı) adlı çalışmasını yayınladı ve eser dünya çapında muazzam bir yankı uyandırdı. Eco'nun bu romanı yazmaktaki amacı, göstergebilime duyduğu ilginin şekillenmeye başladığı dönemden beri tuttuğu notları, yayınladığı makaleleri ve birçok çalışmasını bütünleştirerek; bu bilimi, Ortaçağın egzotik havası içinde geniş kitlelerin bilgisine sunmaktı. Sözkonusu amaca ulaşmaktaki en verimli aracının da, roman türünde yazılmış bir kitap olacağını düşündü. Alt-türün polisiye olmasının nedeni ise, işaretlerin gizemini okuyucuya tam olarak yansıtabilmekti. Gündelik hayattaki bu izleri, ancak analitik bir bakış açısıyla görebilirdik; zira esrarengiz olan da buydu. Zaten kitabın adındaki "gül" de sembolik bir figürdü ve kısa ama zengin bir anlatımı ifade ediyordu. Kısacası Gülün Adı, çağdaş ve sade söylemlerle Ortaçağ döneminin gizemine ışık tutuyordu. Roman, edebiyat dünyasında da büyük beğeni topladı; çok olumlu eleştiriler aldı. Bundan sonra, Umberto Eco adı, sadece bilimsel ve akademik bir anlam taşımayacak; yazarın ünü tüm dünya edebiyat çevrelerince zikredilir hale gelecekti ( Yayınevi sadece otuzbin kopya satmayı umuyordu; ancak roman dokuz milyon kopyalık bir satış rakamına ulaştı). Günümüzde dahi etkileri sürmekte olan kitabın birçok dile çevirisi yapıldı ve Eco roman yazarları camiasına çok saygın bir şekilde girmiş oldu. Romanın bu beklenmedik başarısı, edebiyatçının uluslararası bir yazar kimliği edinmesini sağladığı gibi, medyanın ve dünya kamuoyunun da ilgisi birden üzerine çekildi. Ardından, Fransız film yapımcısı Jean - Jacques Annaud romanı, aynı adla film senaryosuna uyarladı ve 1986'da beyaz perdeye aktardı. Filmde Sean Connery , F.Murray Abraham ve Christian Slater gibi ünlü oyuncular rol aldı. Ancak dikkat çekmekten pek hoşlanmayan Eco, bu yapımda emeği olmadığını belirterek medyanın ilgisinden uzak durmayı seçti ve bu arada akademik çalışmalarına devam etti.
Eco, Semiotics and The Philosophy of Language (1984) ve The Limits of Interpretation (1991) gibi akademik ve bilimsel çalışmalarına da devam etti. 1986'da yayınlanan "Art and Beauty in the Middle Ages" (Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik) adlı çalışmasında yazar, Ortaçağ kültürünün farklı evrimlerini klişelerden uzak, gerçekçi bir bakış açısıyla yeniden ele alarak, dönem insanlarının sanat ve güzelliğe ilişkin estetik anlayışlarını orataya koymaya çalıştı.
Gülün Adı'nın fikirlerini ve iletmek istediği mesajları tam olarak yansıtmadığını düşünen Eco, başka bir roman yazmaya koyuldu. Edebiyatçının 1988'de yayınlanan ikinci romanı "Foucault's Pendulum" (Foucault Sarkacı) yine büyük bir başarıya imza atarak, Eco'yu, dünyanın önemli roman yazarları arasında üst sıralara yerleştirdi. Bu çalışmasında ünlü edebiyatçı, irrasyonel düşüncenin Ortaçağ'a uzanan felsefik - tarihsel sürecini ele almış; pozitif bilimlerin gelişmesine katkıda bulunan, ama hep geride kalmış olan gizli bilimlerin varlığından bahsetmiştir. Romanın başarısının ardından, 1992'de "How to Travel with a Salmon" (Somon Balığıyla Yolculuk) derleme kitabını yayınlayan Eco, militanizm, bilgisayar jargonları, futbol fanatizmi, jet-mail, fax makineleri gibi birçok yeniçağ kavramını, tarih - bilim ve insan döngüsünde eleştirel bir ironiyle konu ettiği yazılarını biraraya getirdi.
1994'te, yazarın üçüncü roman çalışması "The Island of the Day Before" (Önceki Günün Adası) yayınlandı. Aslında Eco, öyküsel kurgusu olan başka bir kitap daha yazma niyetinde değildi. Ancak "katışıksız doğa" hakkında yazmak istedikleri kendiliğinden hikayesel bir nitelik kazandı ve elbette yine tarihin farklı zamanlarında üç boyutlu bir anlatımla ortaya çıktı. 1997'deki Kant and the Platypus adlı bilimsel - felsefik deneme çalışmasında Eco, algılarımızın ne kadarının bilişsel idrak yeteneğimize, ne kadarının da dilbilgisi kaynağımıza dayandığını Pascal, Aristotales , Heidegger gibi düşünürlerin öğretilerinden yola çıkarak çözümlemeye yöneldi. 1995'teki "The Search for the Perfect Language" (Kusursuz Dil Arayışı) kitabıyla ünlü edebiyatçı, iletişimin temeli olan dillerin çokluğu ve farklılığının, aslında iletişim gücümüzü sınırlandırdığı düşüncesini, Babil Kulesi'nin Tanrı'nın lanetiyle yıkılması sonucunda ortak dili kullanan insanların dilde de ayrışmasını efsanesini baz alarak açıklamakta; "Kusursuz dil" hayalinin gerçekliğini de sorgulamaktaydı.
2000 yılına gelindiğinde, inanç sistemlerimizi sorguladığı "Belief or Non-Belief?" (İnanç ya da İnançsızlık Yüzleşme) gibi yazarın daha ziyade eleştirel yönünü; yine kusursuz dil ütopyasına değindiği "Baudolino" gibi düşünsel yönünü açığa çıkaran yapıtlarını yayınladı. Son olarak, 2004'te beşinci romanı olan "La Misteriosa Fiamma Della Regina Loana" (Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi) 'yı kaleme aldı.
Ortaya koyduğu çok yönlü yapıtlarla birçok ödüle layık görülen Eco'nun arşivinde ağırlığı olanlar, Strega, Viareggio, Anghiari, Medicis ve McLuhan Teleglobe ödülleri olarak sayılabilir.
Umberto Eco, içinde 30.000'den fazla kitabın bulunduğu geniş bir kütüphaneye sahip olan Milan'daki evinde yazın çalışmalarına halen devam ediyor. Bir kız ve bir erkek çocuğu olan saygın edebiyatçı, Bologna Üniversitesi'nde İletişim Bilimleri Programı'nda eğitmenlik görevini sürdürüyor ve haftalık yayınlanan L'espresso'da köşe yazarlığı yapıyor. Halen günde birkaç paket sigara içiyor ve gece geç saatlere kadar çalışıyor.