18 Ağustos 2011 Perşembe

DİL-KÜLTÜR BAĞLANTISI BEDİA AKARSU

DİLİN KARAKTERİ

DİLİN KÖKÜ, DOĞASI


Dil nedir, hangi varlık alanına girer,

nesnelerle sözcükler arasında nasıl bir bağlantı vardır, vb. sorular ister istemez insanı dilin kökü sorununa götürür.Dilin kökü ve özü sorunu, varlığın kökü ve özü sorunu kadar eskidir.Başlangıçta varlık ile dil, sözcük ile anlam birbirinden ayrılmazlar, bir birlik olarak görünürler.
Sözcük, varlığın bir simgesi,

adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır.Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.Nesnelerin dünyası ile adların dünyasının tek bir gerçekliği vardır.En eski dinlerde de aynı görüş egemendir.Düşünce tarihinde dili bilgi-değeri

bakımından yöntemli bir şekilde ilk inceleyen Platon olmuştur.Platon’ da dil, bilginin bir başlangıç noktasıdır, ama ondan öteye gidemez.Aşağı yukarı Darwin’ e kadar gelen eski kuramlar dili hep bilgi, düşünce bakımından ele alıyorlar, bu da tek yanlı bir araştırma oluyordu.Dilin insanın iç durumlarını, duygularını, sevinçlerini, acılarını dile getiren yönü pek araştırılmıyordu.Onun için bir dilin zenginliği, çeşitli etkileri karşısında hayranlık duyuluyor ve dil bir mucize gibi kabul ediliyordu.Bu şaşılacak olayı açıklamak için de başlıca iki düşünce vardı:Bir yandan dil Tanrı’nın insana bir armağanıdır deniyordu.Dili aklın anası olarak kabul eden Haman bile dilin insana Tanrı tarafından verildiğini, Tanrı’nın bir mucizesi olduğunu söylüyordu.

Öbür yandan da dil, konulmuş bir şey, insan tarafından bulunmuş bir şey olarak kabul ediliyor.Dil, ilk başlangıçlarına kadar gidilirse, görülür ki tasarımları gösteren göstergelerden doğmamıştır, duygulanımların, duyu itkilerinin duygusal göstergeleriyle ortaya çıkmıştır.Bu görüş, dilin duygulanımlardan, duyumlardan, haz ve acı duyusundan meydana geldiği görüşü Antik Çağ’da da vardır.Epikuros’a göre dil, uzlaşımların ürünü değildir, bir koyum da değildir, duyumların kendisi gibi doğal ve zorunlu olan bir şeydir.Görme gibi, işitme gibi, haz ve acı duyumları gibi başlangıçtan beri insanda bulunan bir şeydir.İnsanın çeşitli duyumları vardır ve bu duyumlar da bağlı olduğu insana göre değişir.Bunun gibi, karşılıklı anlaşmaya yarayan çeşitli sesler gelişir ve çeşitli söz ve dil tipleri doğar.17. yy.da eski “doğal ses kuramı”, kültür bilimleriyle uğraşan düşünürlerde yeni bir şekil kazanır.Vico, dil sorununu genel metafizik çerçevesi içine koyuyor.Ona göre ilk sözcüklerle bunların anlamları arasında doğal bir bağlantı vardır.Bugünkü durumunda dil gelişmesinin bu bağlantıyı farketmeyişi, asıl ana kaynağından, tanrıların dilinden uzaklaşmasındandır.Bütün ‘ilk sözcükler’ ya nesnel bir doğal sesin yinelenmesidir, ya da doğrudan doğruya bir duygulanımı, bir acı yahut hazzı, sevinci yahut üzüntüyü, hayranlığı yahut korkuyu dile getiren duyularla ilgili seslerdir.Haman’a göre dil,aklın anası ve aklın bir görünmesidir.Akıl dildir.Dil olmasaydı akıl da olmazdı.

Dil, aklın organon’u ve

Kriterium’udur.Tanrısal logos’un içinde ortaya çıktığı Varlık akıl dediğimiz şey içindedirYani burada Varlık akıl oluyor, dil de bunu ortaya koyan bir şey.Dil, aklın yalnız organon’u değil, kriterium’udur da. Yani düşüncelerimiz ancak dil içinde geçer, dille parlaklık kazanır, dille gerçekleşirler.Düşünce ile dil aynı şeydir.Dil düşünülmüş kavramlar için konmuş uzlaşımsal göstergelerin bir toplamı değil, her yerde açık ve gizli, görülür ve görülmez olarak bizi çevreleyen aynı bir Tanrısal yaşamın simgesi ve yankısıdır.Bütün yaratılanlar, doğa gibi tarih de, yaradanın yaratılana bir sözünden başka bir şey değildir.Wilhelm von Humboldt, kendine kadar gelen dil anlayışlarının hepsiyle birden savaşmıştır.Dili insan aklının ürünü olarak ele alan rasyonalistlerle de, dilin, doğanın seslerini öykünmeden doğduğunu ileri süren positivistlerle de, dili duyuların bir kendilerini açması olarak kabul eden teolojik görüşle de savaşmıştırHumboldt’a göre, tek insanın her zaman bir bütünle,ulusu ile, öteki insanlarla bağlantısı vardır.Her insan , gereksinimlerinin giderilmesi için zorunlu olarak bir topluluğa bağlıdır.Bu bağlanmada öteki insanlarla anlaşabilmesi dil yoluyla olur.Ancak bundan dilin bir alıp-verme aracı olduğu, karşılıklı yardımlaşma gereksiniminden doğduğu sanılmamalıdır.Dil, insanlığın bir iç gereksiniminden doğmuştur.Sadece topluluğun ilişkilerinde bir görüşme olayı değildir, insanın doğasında bulunan bir şeydir.Dil başlangıçtan beri tümüyle insana ilişkin bir şeydir, sözcükler göğüsten zorunluluk ve maksat olmaksızın özgür olarak çıkar.Hayvan türleri arasında yalnız insan türkü söyleyen bir yaratıktır.Dil insanda doğrudan doğruya bulunan bir şeydir, bundan dolayı insan anlığının bir ürünü olarak gösterilemez.“Kendisi doğanın ürünü, ama insan aklının doğası” “İnsan ancak dili ile insandır, dili bulmak için de onun insan olması gerekti”.Bu görüşü ile Humboldt dili insanbilimsel açıdan incelemiş oluyor.İnsanı insan yapan ancak dildir.
Dilin olmadığı yerde insan
yoktur, insanın olmadığı yerde dil yoktur.
Dil tarihinde dili insanbilimsel
 
DİLİN YAPISI VE
 Bütün bilgilerde insan aklının aynı bir ana- biçimi bulunduğu gibi, dillerinde temelinde bir genel akıl-biçimi bulunması gerekir.Leibniz dil sorununu bütün kuramsal bilgilerin koşulu olarak kabul ettiği genel mantık bağlantısı içine sokuyor.Genel gramer empristlere, özellikle Locke’a göre yalnızca biz kuruntudur.Ona göre genel gramer yerine,her dilin kendi öz stilistliğini araştırmalıdır.Harris, Shaftesbury’nin ana- kavramı olan öke kavramını benimser. Ona göre, her ulusal dilin kedine öz bir dil ruhu vardır, her dil kendi öz biçimini kuran bir ilkeyi içinde taşır.Humboldt’un ‘dilin organizması’ kavramından kalkan Bopp dilin son kökünü aramak istiyordu, bunu araştırırken karşılaştırmalı grameri bulmuştur.Humboldt’da dilin organizması deyimi, ruhun iç kımıldanmalarının nasıl olup da ayrımlaşmış seslerle dile geldiğini açıklamak için kullanılmıştır.Dilin iç biçiminin fiziksel seslerle birleşmesi bir iç bireşimle olur, bu bireşimi biz açıklayamayız, bu dilin organizmasıdır.Humboldt’a göre dilde iki yapıcı ilke vardır: İç dil-duyusu –bundan Humboldt dilinin kullanılması ve gelişmesi ile ilgili bütün tinsel yetileri anlıyor– ve ses.İç dil-duyusu dile içten egemen olan, her şeyde sürükleyici bir itki veren ilkedir.Ses, edilgin, biçim alan maddeye eşit kalabilirdi, ancak dil-duyusu yoluyla düşünce ve duyuları da içine alarak dilde yaratıcı ilke olmuştur.İç dil-duyusu her dilde eşittir.Ses ayrılıkları

artan ilkedir.Dil incelemeleri bize dilin mi, ulusun

mu önce geldiğini gösteremez.Her biri önceki kuşakların dil gereçlerini bizce bilinmeyen bir geçmişten aldıklarından, düşüncenin dışlaşmasını sağlayan tinsel etkinlik her zaman yaratılarak değil, biçim değiştirerek verilmiş olana dayanır.Burada değişen seslerdir, yeni bir düşünceyi dile getirirken çoğu kez sözcük yoktan yaratılmaz, eski sözcükler değiştirilerek başka biçimlere sokularak yeni ses biçimleri ortaya çıkar.Bu sesleri düşünce anlatımına yükselten düşünmenin bu çalışmasında bulunan süreklilik dilin biçimini meydana getirir.
Dilin gerçek maddesi bir yandan
 
SÖZCÜK VE KAVRAM

Herakleitos tek nesneyi oluş

ırmağının içine koyduğu gibi, tek nesne bu oluş içinde varolduğu ve yokolduğu gibi, tek sözcüğü de sözün bütün içine koyar.Tek sözcüğün de ancak sözün bütünü içinde bir anlamı vardır.Humboldt , sözcük ve kavramı bilgi bakımından incelemez, dilin bütünü içindeki yeri bakımından inceler.İnsanların birbirleriyle anlaşmaları nesnelerin göstergelerine gerçekten kendilerini vermelerinde ve aynı kavramı tıpkı tıpkısına meydana getirmelerinden ileri gelmez, duyularla ilgili tasarımlarının ve kavramları yaratırken birbiri arkasından giden düşünce zincirinin aynı parçasına karşılıklı olarak değinmeleriyle anlaşırlar. Ancak bu sınırlarda aynı sözcük üzerinde birleşirler.Alışılmış bir nesnenin, örneğin bir atın söylenilmesinde hepsi aynı kavramı düşünür, ama her biri sözcüğe başka bir tasarım bağlar.Bu yüzden dilin oluşu dönemlerinde bir dilde aynı bir nesne için birçok deyişler meydana gelir.“ Yeni bir kavramı betimlemek için yeni bir biçim, ya da varolan bir sesin bir değişik biçimini kullanırız.”“Bütün yüksek dillerde görüldüğü gibi, sözcükler, düşünce ve duygunun yüksek bir atılım yaptığı düzeyde geniş ve derin bir anlam kazanırlar.”Sözcük dağarcığı dilde son olarak olmuş bitmiş bir sayıda değildir, dilde durmadan yeni sözcükler,yeni sözcük biçimleri kurulur.
Bir dil halkın ağzında yaşadığı
sürece o dilin sözcük dağarcığı durmadan çoğalır, yeni sözcükler yaratılır, sözcük kurma yetisi dilin biçimini borçlu olduğu köklerde, konuşulanların öğrenilmesinde ve sözün günlük kullanılmalarında yeni biçimler ortaya koyar.
ŞİİR VE DÜZYAZI

Humboldt’a göre dilde iki fenomen vardır:
Şiir ve düzyazı.Her ikisi de anlığın gelişme yollarıdır ve zorunlu olarak anlıktan çıkarlar.Her ikisi de aynı ereğe ayrı yollardan giderler; gerçeklik karşısında başka başka davranırlar.Şiir gerçekliği duyulur görünüşü içinde kavrar, düzyazı gerçeklikte kendisini yaşama bağlayan bağları araştırır.
“Böylece entelektüel yolda olgularla
 
DÜŞÜNCE VE DİL

İnsan , zoon logon ekhon’dur.Yani

insan, konuşan varlıktır.Burada logon logos la ilgilidir.Logos kavramı da iki anlamı içinde taşır:Logos , bir yandan söz demektir, dil demektir, öbür yandan,düşünce, akıl demektir.Demek ki Logos kavramında dille düşünce iç içedir.Logos kavramında düşünme ile konuşma, düşünce ile söz ve sözcük birbirinden koparılmaz şekilde kaynaşmış bulunurlar.Humboldt’da dil, aslında düşüncenin gerçekleşmesinin koşuludur.Dilin asıl olan yanı, düşüncenin kendini bir gerçekleştirme koşulu olmasıdır.Düşüncenin konuşmada şekil alması insan anlığının bulduğu bir şey olamaz, bu içten itilmeden doğan bir süreçtir.Dil, düşünceyi tamamlayan, onu son noktasına eriştiren bir şeydir ve insanları düşünen varlık olarak gösteren bir yeteneğin gelişmesidir.Düşünceler, dili yarattığı gibi, diller de düşünceleri yaratırlar.“Bir ulus, ancak kendi dilinin gelişmesi buna gerekli bir dereceye ulaştığı zaman büyük ve dahice bir düşünsel ilerleme yapar.”Dil bireyde olduğu gibi, bütünde de her şeyle ilgilidir, onun hiçbir şeyine yabancı kalmaz.Onun için düşüncenin, duygunun, istemenin bütün tinsel gücü dili belirler.
Humboldt’a göre, dil, düşünceyi
tamamlayan, düşünceyi yaratan bir şeydir.Ancak dilini oluşturan,yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir.
olguları, kavramlarla kavramları bağlar ve bir ide’de nesnel bir bağlam kurmaya çabalar.”Şiirin ve düzyazının her birinin bir özelliği vardır, tuttukları yolda ve etkilerinin araçlarında ayrılırlar.Birbirleriyle karıştırılmamaları gerekir.Şiir özünde, musikiden ayrılamaz.“Düşünce ve dil ne kadar şiirsel olursa olsun, musiki ögesi eksikse insan kendini gerçek şiir alanında duyamaz.”Düzyazı ise kendisini sadece dile bırakır.Ancak düzyazı alışılmış sözlerden ayrılmazsa kendi özünün yüksek noktasına erişemez ve düşüncenin gelişmesini sağlayamaz.
sestir, öte yandan anlamlı izlenimlerin bütünü ve dil yardımı ile kavramların kurulmasından önce gelen düşünce hareketidir.Ulusların dilleriyle düşüncelerini dile getirmek için güttükleri yol, ancak dilin biçimini belirtmek de, bireyin bir birlik halinde ortaya çıkan bütün düşüncelerinin içinde dil ögelerinin kavranmasıyla olabilir.Dil sürekli bir yaratmadır. Croce’ye göre dil ne bir mahzendir, ne bir sözcük dağarcığı, ne de kadavraların bulunduğu bir mezarlıktır.
BİÇİMİ
açıdan ilk inceleyen, dili insanın özü olarak ele alan ilk düşünür Humboldt olmuştur.Humboldt’a göre dil, hazır olarak verilmiş bir şey olarak da düşünülemez, insanın kendisinden zorunlu olarak meydana gelir.Dilin organizması da insanda bulunan genel dil yetisinden ve insanın söylemeye gereksinmesinden doğar ve bir insan topluluğu içinde meydana gelirDil Humboldt’a göre, sürekli olan ve her anda gelip geçici olan bir şeydir.Bu yüzden dilin yazı biçiminde saklanması, tam olmayan,mumya türünde bir saklanma olur.“Dilin kendisi bir ürün değil, bir etkinliktir.”Onun için dili ancak tarihsel yolla tanımlamak doğru olur.Humboldt bir yandan insandaki dil yetisinin verilmiş olduğunu söylerken, öbür yandan dilin hazır olarak verilmiş bir şey olmadığını da her zaman yineler.Humboldt’a göre dil, tarih içinde gelişmiştir, onu insan kuşakları işlemişlerdir.İnsan ruhunun, sürekli olarak, “ayrımlaşmış sesleri düşüncenin anlatımına elverişli yapmaya çalışması” dili meydana getirmiştir.
olan dilin ana örneği insan aklında bulunmamış olsaydı dil bulunamazdı.