18 Ağustos 2011 Perşembe

Orhan HANÇERLİOĞLU’NUN ’’Dünya Düşünce Tarihi" kitap özeti


GÖK BOŞLUĞUNDA BİR ZEKA
İKİ KURUM
İLK KAVGA
İKİ KAVRAM
AYDINLIK;AMA KAÇ MUMLUK?
SAKAL BIRAKMA ÖZGÜRLÜĞÜ
EVET DİYEN İNSAN
BİLGİ
HAYIR DİYEN İNSAN

GÖK BOŞLUĞUNDA BİR ZEKA
      Fizikçi Anaksagoras,kendinden önce ileri
    sürülen sınırlı sayıdaki öğelerle yetinmiyor.Ona göre öğeler sonsuz sayıda ,sonsuz küçüklüktedir.Bu öğelerden ne bir şey yok olabilir,ne de bu öğelere bir şey katılabilir.Onlar için ne doğma ,ne bozulma vardır.Oluş’la ölüm düşünceleri yanlıştır. Hiçbir şey yoktan gelmez,hiçbir şey yok olmaz.Olmak yerine birleşmek ,ölmek yerine ayrılmak denmelidir.

     Yer değiştirmekten ,toplanmaktan, dış görünüşlerin değişmesinden başka değişme yoktur.Öz değişmez.Özdek olan bu öğeler (maddeler)  cansızdırlar,kendiliklerinden kımıldayamazlar.Onları kımıldatan ,devimleyen bir öğeler öğesi vardır ki,bu an(zihin)dır. An,özdek değildir,an olan öteki öğelerin dışındadır,sonsuza kadar onlardan ayrı kalacaktır.An,evrenin düzenleyicisidir,bütün öğeleri son uygunluğa göre kımıldatmış, düzenlemiştir.

     Başlangıçta bu öğeler karmakarışık halde     bulunuyorlardı,her şey her şeyin içindeydi.An bunları etkileyince ,yaşama kasırgası başladı.Yaşayan her şeyin bu öğeler öğesi an’dan payı vardır.
       Anaksagoras,kendisine kadar Yunan düşüncesine egemen olan öğe(unsur) düşüncesini bir yana bırakıp Empodokles’in özdek parçacıkları öğretisini geliştiriyor.Platon ve Aristoteles’i etkileyip günümüze kadar sürüpgelen ikiciliği ortaya atıyor ve nus(akıl-ruh) terimiyle ruhçuluğu kurmuş oluyor.

    Ruh Anaksagoras’ın elinde bilinçle aynılaşmaktadır.Anaksagoras  Nus’u pek ince bir özdek olarak tasarlamıştır;çünkü o,’’Bütün nesnelerin en incesidir,en temizidir’’.diyor.Ne var ki,Platon onun bu kavramını özdeklikten büsbütün sıyıracaktar.Aristotales Nus kavramı için şunları söylemektedir:İlk olarak Anaksagoras ,özdeğin karşısına onun egemeni durumunda Nus’u koymuştur.Nus’un yaratan, özdeğin yaratılan olduğunu söylemiştir;çünkü her şey bir aradayken Nus gelip düzenler.
İKİ KURUM
      Roma teorisi gelecek yüzyıllara öğütler düzenlerken, Roma pratiği gelecek yüzyıllara miras bırakmak üzere iki toplumsal kurum pekiştirmektedir:Mülkiyet ve aile.
     Mülkiyet,insanlık tarihinin belli bir aşamasında meydana çıkmış tarihsel bir olgudur.Tarihsel süreçte üretim tarzıyla belirlenmiştir.Yunan ozanlarının altınçağ adını verdikleri komünal toplumda özel mülkiyet yoktu.

    Komünal topluluğun hep birlikte mülkiyeti demek olan ortak mülkiyet vardı;çünkü insanlar tek başlarına değil,kollektif bir biçimde hep birlikte üretebiliyorlardı.Ortak çalışma zorunluluğu ortak mülkiyeti gerektiriyordu.İnsanlar arasındaki çeşitli
   ilişkiler,eş deyişle üretim ilişkileri hep bu ortaklıkla düzenlenmişti.Zamanla üretim aletleri gelişti,bir aile başka ailelerin yardımı olmaksızın üretebilme gücünü kazandı.Çalışma özelleşince mülkiyet de özelleşti.

    Daha açık bir deyişle mülkiyet,nasıl ortak çalışmada ortak olmak zorundaysa,özel çalışmada da özel olmak zorundaydı.Ne var ki,insanlar arasındaki ilişkiler de ,buna uygun olarak,yeni biçimlere dönüşüyordu.İnsanlar nasıl üretirlerse öylece tüketirler,tüketim biçimi üretim biçiminden ayrılamaz.Ortak çalışma,nasıl ortak mülkiyeti ve ortak tüketimi gerektirmişse özel çalışma da öylece özel mülkiyeti ve eşit olmayan tüketimi gerektirdi.İnsanlar nasıl üretmişlerse öylece mülk edinmişler ve öylece tüketmişler,buna uygun siyasal sistemler kurmuşlardır.

    Bundan ötürüdür ki insanlık tarihinde toplumların siyasal sistemleri,üretim biçimleriyle koşullanan mülkiyet biçimleriyle belirlenmektedir.Romalıların köleci imparatorlukları böyle bir belirlenmenin ürünüdür.
      Ne var ki,insanlar aletsiz çalışamaz,üretim aletlerine sahip olmaksızın üretemezler.
     Aile,tarımın ve köleliğin gerçekleşmesiyle meydana gelmiştir.Demek ki özel mülkiyetin ürünüdür.
İLK KAVGA
     Mal edinme yüzünden ilk kavga,ilk insanla başlıyor.Musa’nın(as)birinci kitabının dördüncü bölümü bu olayı şöyle anlatır:Ve Adem(as) karısı Havva’yı bildi.Havva gebe kalıp Kabil ve Habil’i doğurdu.Kabil çiftçi,Habil çoban oldu.Günler geçti.Kabil,Tanrı’ya toprağın ilk ürünlerini sundu.Habil de sürünün ilk ürünlerini.Tanrı, Habil’in armağanını aldı.Kabil’in armağanına bakmadı.Kabil çok öfkelendi ve kırda karşılaşınca kardeşi Habil’i öldürdü.

      Günler geçip koşullar elverdikçe insanlar iki bölümde birikiyorlar:Ezenler ve ezilenler.Kavga bunlar arasında olmaktadır.Nitekim ilk büyük kavgalara da ,ezenlerle ezilenlerin en çok sivrildikleri Roma İmparatorluğu topraklarında rastlıyoruz.
     Bu kavgalardan ilki,Lucius Sergius Katilina’nın yönettiği kavgadır.Bu kavgada ,tarihsel diyalektik çok önemli dönüşme örneği veriyor.Ezenlerin soyundan geldiği halde ezilenlerin savucusu Katalina’yla ezilenlerin soyundan geldiği halde ezenlerin savunucusu Çiçeron karşı karşıyadır

    Güçlülere dayanan Çiçeron,Katalina’ya karşı konsül seçilmiştir.Katalina,yoksullara toprak dağıtılmasını ve çeşitli faizlerle haksızca kabaran borçların silinmesini istemektedir.Çiçeron Görevler adli kitabında şöyle yazmaktadır:Varlıklıların ellerindeki toprağı almak ve borçları silmek ha?...Fakat bu,devletin temellerini sarsmak demektir; çünkü devletin görevi mülkiyeti korumaktır.
 

    Katalina önceleri ,sosyal adaleti olumlu bir yoldan gerçekleştirmeyi düşünüyordu.Bunun için iki kez konsül seçilmeye çalışmıştı;ama olumlu yol kapanınca olumsuz yola başvurmak zorunda kaldı.Büyük bir ayaklanma tertipledi. Ne var ki,bu ayaklanmanın sonunda,üstün güçler karşısında dayanamayarak arkadaşı Manlius’la birlikte savaş alanında öldürüldü.
    Ezilenlerin ezenlere karşı ikinci büyük ayaklanması, gene Roma da,Spartaküs adlı kölenin yönettiği ayaklanmadır.Spartaküs ,Trakya’dan devşirilmiş,çok üstün nitelikleri olan bir adamdı.

    Kimi tarihçiler onu Anibal değerinde bir komutan saymaktadır.Roma’da büyük çiftliklerin işletilmesi kölelerin gücüne dayanıyordu.Roma gittikçe gelişen zenginliğini kölelere borçluydu.Köleler,genellikle savaş tutsaklarıydı.Kölelerin sağladığı üstün bir mutluluğa erişen Roma,ne var ki bu mutluluğu ödemekte pek cimriydi.Romalı kölelerin yaşayışı,Romalı hayvanların yaşayışından daha kötüydü.Tanınmaları için kızgın demirle göğüsleri damgalanıyor,kaçmamaları için kalın zincirlerle birbirlerine bağlanıyorlardı.

    Romalı soyluları eğlendirmek için birbirleriyle dövüştürülüyor,birbirlerini boğazlamak zorunda bırakılıyorlardı.Spartaküs de bu kölelerden biridir.Yetmiş kadar köleyle kaçmanın yolunu bulmuş,arkalarından gönderilen üstün kuvvetleri darmadağın ederek silahlarını ele geçirmiştir.İtalya’nın dört bir yanından koşup gelen bütün ezilmişlerin katılmasıyla kısa zamanda büyük bir ordu kurarak Roma’yı titretmeye başlamıştır. Spartaküs,üstüne gönderilen kocaman Roma

    ordularına karşı büyük başarılar elde ettiği halde,sonunda yenilgiden kurtulamamıştır.
İKİ KAVRAM
     Bir yanda ezenler ile ezilenler her gün biraz  daha uçlaşırken öbür yanda ezenler sınıfından toprak sahiplerinin karşısına para adamları dikilmektedir.Böylelikle insan düşüncesinde iki kavram daha oluşmaktadır:Vergi ve faiz.
     Vergi devlet kurumunun masraflarını karşılamak için halktan alınan paradır.Daha açık bir deyişle,Roma’nın köleci devletinde köleleri baskı altında tutmak ve başkaldırmalarına engel olmak için kurulan

     devlet örgütünün parasını da köleler öder.
     1793 Fransız Anayasası,hiçbir vatandaş devlet masraflarına katılma şerefinden yoksun bırakılamaz,demekle onu bir şeref olarak nitelemiştir.Bununla beraber,çok vatandaş bu şereften açık ve gizli olmak üzere iki şekilde yoksun bırakılmıştır.Bu şeref yoksunluğunun açık yoluna maliye dilinde vergi muafiyeti denir.Gizli yolsa birçok karmaşık vergi formülleriyle gerçekleştirilir.

     Faiz, kiralanan paranın kira bedelidir.Borç para verenle borç para alan arasındaki antlaşmadan
    ya da yasalardan doğar.Büyük dinler,paranın gittikçe artan gücüne karşı toprak sahibi sınıfını korumak için faizi yasaklamıştır;çünkü büyük dinlerin meydana çıktıkları çağlarda egemen sınıf,köleci eş deyişle toprak sahipleri sınıfıydı.Toprak sahipleriyse topraklarını işletebilmek için sürekli borç para almak durumundaydılar.

    Aldıkları borç paraya karşı faiz ödemek istemiyorlar,kendilerine borç verenlerin erdemli olmakla yetinmeleri gerektiğini ileri sürüyorlardı.Tanrı adına bunun da çaresi bulunmuş ve faiz bütün büyük dinlerce yasaklanmıştır.
AYDINLIK AMA KAÇ MUMLUK
      Felsefe tarihi,18.yüzyıla aydınlanma çağı adını koyuyor.Kant’ın tanımına göre insan,aklını kullanmayışı yüzünden düşmüş olduğu durumdan aklını kullanarak kurtulmuş, aydınlanma yoluna girmiştir.Akıl,hep o akıldır;ama insan onu bugüne değin kullanmaktan ürküyor,aracıların yardımını arıyordu.Artık aklını kullanmak gücüne kavuşmuştur.Eskimiş yaşama düzeni yeni bir yaşama düzeniyle değiştirilecektir.

       Antikçağ aydınlanmasının başkenti Atina’ydı. 18.yüzyıl aydınlanmasının başkenti Londra’dır.
    John Locke bu büyük İngiliz düşünür yazarı, 18.yüzyıl aydınlanmasının kurucusu sayılmaktadır;çünkü Locke ,davranışlarımızı akla göre düzenlemek gerektiğini çoğunluğa yayan ve çoğunluğu etkileyen ilk düşünürdür.Locke göre erdem; bir otoriteye uymaktı.Bu otoriteler de Tanrı otoritesi,devlet otoritesi,görenekler otoritesiydi.Erdem,ancak insanın kendisini bu otoritelere bağımlı kılmasıyla var olabilirdi.

      Bu otoriteleri kaldırırsanız ortada erdem adına hiçbir şey kalmayacaktı.Oysa birey özgür olmalı,görenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulmalıydı.Erdemimizi ,yeni baştan akla göre düzenlemek gerekiyordu.
      Başka bir İngiliz,William Wollaston, erdeme nesnelerin tabiatında bulunan objektif bir ölçü aramaktadır.Ona göre erdem,doğru bir yargıdır.Bu yargı,doğru olmayana,başka bir değişle yalana dayanıyorsa,erdemsizlik belirir. Örneğin; bir köpeği kamçılayan bir kişi,köpeğin duygusu yokmuş gibi davranmakla doğru

    olmayan,yani yalan olan bir yargıya dayanmakta,bu yüzden erdemsiz olmaktadır.Buna karşı sözünü  tutan bir kişi,sözünü yadsımamış,yalana sapmamış,doğru bir yargıya uygun davran- makla  erdemli olmuştur.Erdem, doruculuktur; çünkü erdemsizlik yalancılıktır.Çeşitli erdemsizlikleri düşününüz,bunların altında her zaman bir yalancılığın gizlenmiş olduğunu göreceksiniz.
      Bir başka İngiliz düşünürü SamuelClaerke’tir. Clarke göre töre yasaları,nesnelerin doğal niteliklerinden doğmuştur.

   İnsan,bu doğal niteliklere uymak zorundadır. Erdem,nesnelerin doğal niteliklerine uygun davranmaktır.Bir odun küfesini sırtlayıp sırtlamamak bizim elimizdedir;ama sırtlarsak ağırlığını da duymak zorundayız;çünkü ağırlık onun doğal niteliğidir,bu yüzdendir ki bu ağırlığa katlanmak bir erdemdir.
      Bir başka İngiliz, Shaftesbury de erdeme estetik açıdan bakmaktadır.Ona göre erdem; güzelle iyinin uyuşmasıdır.Erdemli insan,kendini bir sanat ürünü gibi biçimlendirebilmiş insandır.

    Bencil ve özgecil içgüdüler,insanın doğal nitelikleridir.Gereken,ne birinin eksikliği,ne ötekinin fazlalığı,her ikisinin de en uygun oranda uyuşmasıdır,insan elbette kendisini düşünecektir;ama gereken odur ki,kendisiyle birlikte başkalarını da düşünmesidir.Kendini nasıl yüceltiyorsa ,toplumu da yüceltecektir. İşte bencillikle özgeciliğin uyuşması insana özgüdür.Evren nasıl uyumlu bir bütünse insan da öylece uyumlu bir bütün olmalıdır.Erdemli insan;uyumlu bir bütün olarak yetişmiş insandır.

    Bu uyumda güzelle iyi birleşir.Bir bütün oluşturur.
       Başka İngiliz düşünürleri Joseph Butler ve Francis Hutcheson da bu yoldadırlar.Butler Shaftesbury’in töresel yargılama gücünü adlandırmış,bunun vicdan olduğunu söylemiştir.Akılla yönetilen ve uyuşturulan bencil ve özgecil eğilimler vicdanın sesiyle yargılanırlar.Bu sürekli yargılama kişiyi erdemli kılar.Butler’e göre erdem kişinin kendisini yargılamasıdır.

    Bernard de Mandeville’nin düşüncesi ,bilimsel bir denemeye dayanmaktaydı;Shaftesbury’nin The Moralist adlı yapıtına karşı yazılmıştı.
       Mandeville,insan toplumunu bir arı kovanında inceliyordu.Arıları,durmadan çalıştıran,güvendiren,zengin eden, örgütleyen,örnek bir toplum haline koyan neden;erdemlilik değil ,erdemsizlikti.Arı kovanında yükselmenin nedenleri, hırsa, çekememezliğe,kendini beğenmişliğe
   açgözlülüğe,zevk düşkünlüğüne dayanıyordu.


    Gelişme,refah kötülüklerden doğuyordu.Genel zenginlik,özel kötülüklerin çatışmasından çıkmıştı.Genel çıkarlar,özel çıkarların toplamından başka bir şey değildi.
      Sokrates şunu demişti:Erdemlerimiz olmazsa,toplumumuz çürür.Mandeville de ters açıdan şunu demektedir:Erdemsizliklerimiz olmazsa,toplumumuz gelişmez.
       Mutluluk erdemli olmaya bağlıdır,diyen Shatefburycilere karşı çıkan Mandeville’ye göre mutluluk,erdemsiz olmaya bağlıdır.

    Kişiyi mutlu kılan bencilliğidir.Bencil olmadıkları,birbirini kıskanmadıkları,azla yetindikleri gün arılar toplumu ıssız bir çöle döner.Mandeville’ye göre erdem;kendimizi başkalarından üstün tutma çabasıdır.Bir başka deyişle,bir çeşit komplekstir,aşağılık duygusudur.Erdemimizi böbürlenmek için ediniriz.İyiliği sadece iyilik için istediğimiz zaman da kendimize karşı böbürleniriz.Oysa uygarlığı yaratan erdemsizliktir. Erdemsizlikler insanları ileriye götüren bir kamçıdır.Bencillikle kamçılanmayan insan,miskinin biridir.

   Bir başka İngiliz David Hume’dir.Hume akıldan kuşkulanmakla başlıyor ve soruyor:Akıl her sorunu çözebilir mi?Şu durumda aklın yetkisini iyice tanımamız gerekir.Aklımızı işleten düşüncelerimiz,dış duyulardan ya da iç duygulardan alınmıştır.Şu durumda erdemin kaynağı bizdedir;ama aklımızda değildir.Bir davranışın erdemli olup olmadığını sadece aklımızın ölçüsüyle çıkaramayız.Ölçümüz, akıldan çok,bir duygu ölçüsüdür.Duygudaşlık adını verdiğimiz bir duygu akımıdır bu.Bu duygudaşlık bizi başkalarının davranışlarını değerlendirmeye götürür.

    Bu değerlerle kendimize dönüşümüz daha sonradır.Bir başka deyişle,ölçüyü başkalarında bulup kendimize uygularız.Şu halde vicdan,yaratılışımızla birlikte işleyen bir yargıç değildir,toplum ürüdür.Toplum içinde duygudaşlarımız olmasaydı vicdanımız da olmazdı;ama bu gene dıştan bir geliş değildir;çünkü toplum,ortak bir iç yaşama, ortak bir iç dünyadır.Şu durumda erdem;toplum içinde doğal bir duygudaşlıktır.

    Başka bir 18.yüzyıl düşünürü,Fransız maddecilerinin öncüsü Julien de la Mettrie olsun,diyor,ne zararı var ,akıl bizi gerçek nedenlere götürüyor,oysa bu sonuçları değiştirmez ki!....Böbürlenme duygumuzu toplumun yararına kullanıyoruz,işte bu erdemdir.Mademki toplumun iyiliğini birçok davranışımızda kendi iyiliğimize üstün tutuyoruz,bunun adına erdem diyebiliriz.Kendi hayatımızı hiçe sayarak denize atlayıp bir başkasının hayatını kurtarıyoruz.

       Bu arada özdeği tümüyle yadsıyan özdeksizcilik öğretisi bir papaz cüppesi altında karşımıza çıkıyor. İngiliz Protestan piskoposu ve düşünürü Georges Berkeley tarfından ileriye sürülen bu öğretiye göre varlık algılamadır.Algılarımızın ve düşüncelerimizin dışında özdek diye bir şey yoktur. Berkeley, tasarımların zihinsiz var olmadığını,var olamayacağını belirtmektedir.Üstünde yazı yazdığım masa vardır,dediğim zaman onu görme ve dokunmayla algılamış olurum, demektedir.

      Berkeley’e göre özdek Tanrı’nın yokluğudur.Tanrı’nın özdek olması,Tanrı’nın olmamasıdır.Buysa olanaklı değildir;çünkü Tanrı olmadan evrensel düzen açıklanamaz.
      Berkeley,kitabının kimi bölümlerinde nesnel gerçekliği yadsımadığını ;ancak onun zihinsiz var olabileceğini yadsıdığını söylemektedir,ki bu da nesnel gerçekliği yadsımak demektir.

        18.Yüzyıl düşünürlerinden Glasgow Üniversitesi Profesörü Thomas  Reid’dir.Reid’e göre dış deneylerden başka,onlar kadar önemli olan,bir de iç deneyler vardır.İnsanın ruhunu ,doğuşunda boş bir levha gibi gören Locke’yle onun yolunda yürüyen Berkeley ve Hume yanılmaktadır.Öyle bir çeşit yargılar vardır ki bunlar kendiliğinden,insan ruhunda meydana gelirler.Erdem yargısı bunların başında gelir.Erdem yargısının meydana gelmesi için hiçbir dış deney gerekmez.Doğruyla yanlışı,iyiyle kötüyü ayırt eden insanla doğmuş olan bu yargı gücüdür.

    Voltare,erdemi kısaca benzerine iyilik etmek olarak tanımlamaktadır.Erdem nedir?Benzerine iyilik etmek.Peki, aklınız size erdemi ne zaman öğretiyor?İki kere ikinin dört ettiğini öğrettiği zaman.
       Rousseau’ya göre,birkaç yüzyıl önce Avrupalılar mutlu bilgisizlikleri içinde erdemli yaşıyorlardı.Bu bölgede edebiyat sanatının diriltilerek türemesine Müslümanlar sebep oldu.Avrupalıların mutsuz bilgiçlikleri,erdemsiz uygarlıkları da böylece başlamış oldu. Müslümanlar, Bizans’ı silip süpürmeseydiler,

    Avrupa’da bir yeniden doğuş olmayacak, Avrupalılar da mutlu bilgisizlikleri içinde erdemli erdemli yaşayıp gideceklerdi.
       
SAKAL BIRAKMA ÖZGÜRLĞÜ
      İnsan özgür olmak istiyor.Soru şudur:Özgürlük nedir ve nasıl elde edilir?
      1789’da yayımlanan İnsan Hakları Bildirisi’nin birinci maddesi,özgürlük ilkesini şu özdeyişle dile getiriyordu:İnsan özgür doğar,özgür yaşar.Doğru muydu?Doğru olsaydı,bu ilkeyi ortaya atabilmek için yapılan Fransız İhtilali’nin hiçbir anlamı kalmazdı.İnsanlar özgür doğmuyorlar,özgür yaşamıyorlar;ama özgür olmak istiyorlar,

    yüzyıllardır bunun içi savaşıyorlar.Doğrusu şuydu:İnsan özgür doğmalı,özgür yaşamalıdır.
   İnsan Hakları Bildirisi,özgürlüğü şöyle anlatmaktadır:Başkalarına zarar vermeden istediğini yapabilmektir.Özgürlüğün kök anlamı sonraları çeşitli yeni anlamlara itilmiştir. Özgürlük sözcüğü kadar çeşitli anlamlar verilmiş,onun kadar insan kafasını yormuş başka bir sözcük yoktur.Montesguieu özgürlüğe kendince bir anlam  vermektedir.Özgürlük,kanunların izin verdiği

    her şeyi yapabilme hakkıdır.Demokrasilerde ulus her istediğini yapıyormuş görünür.Oysa siyasal özgürlük; her istediğini yapmak demek değildir. Bir devlette,bir başka deyişle kanunları olan bir toplumda;özgürlük,ancak istememiz gerekeni yapmak olmalıdır.Bir vatandaş kanunların yasaklamış olduğu şeyleri yapabilseydi özgür olamazdı;çünkü öteki vatandaşlar da aynı şeyi yapacaklardı.Özgürlük yetkinin kötüye kullanılmadığı yerde vardır. Öteden beri denenmiştir,kendisine yetki verilen her insan bu yetkiyi kötüye kullanma eğilimindedir.

    Bir sınırla karşılaşıncaya kadar kötüye kullanır.
        Montesguieu göre,en yetkin devlet biçimi,İngiliz şartlı monarşisidir.(meşrutiyet)
       Hükümet güçleri kanun yapmak,yapılan kanunları uygulamak,uygulanan kanunu yargılamak, olmak üzere üçe bölünmeli ve bu üç güç birbirlerine karşı bağımsız olmalıdır.Her ulusa uygulanabilecek kanun yapılamaz,kanun her ulusun yapısına göre değişik ve o yapıya uygun olmalıdır.Coğrafya başkalığı,büyüklük ve küçüklük,bolluk ya da yoksulluk,din başkalığı yaşama biçimleri ulusları birbirinden ayırır.
EVET DİYEN İNSAN
       Yaşamın ilk gereklerini yoluna koyan insanlar resim yapmak,müzik dinlemek istiyorlar.Gecici mutluluklarla yanıla yanıla ilerlemeye çalışan insan,sonunda bu sürekli mutluluğu bulmuştur,en büyük gerçeğe erişmiştir. Yaşamak güzeldir.
       Goethe, bu sonuca varabilmek için iyilik ve kötülükten yola çıkıyor.Uzun yıllar sonunda vardığı gerçek şudur:İnsan,evet demelidir.

       Hayat, kendiliğinden ne iyi ne de kötüdür,neyse odur.İnsan,ona katlanmalı,evet demelidir. İnsan ,hayatın doğal koşullarına boyun eğmeli,ruhunu yenmeye çalışan cismini dizginlemeyi bilmelidir.Hayat,ancak o zaman, sürekli mutlulukla mutsuzluklar kovalamacası da olsa ,yaşanmaya değer.Yaşamak,insanlık toplumunun ortak gücüne katılmakla güzeldir.
      Goethe’nin uzun şiiri,Tanrı’yla şeytanın,insan üstünde bahse girmeleriyle başlıyor.Tanrı’ya göre insan,bilinmezi araştırdığı sürece yanılabilir,insan sonunda nasıl olsa üstün

    yaratılışını anlayacak, kendisine dönecektir.Şeytansa( Mephisto), insanın hiçbir zaman Tanrı’ya dönmeyeceği, bencilliğinin,bundan ötürü de kendisinin tutsağı olarak kalacağı kanısındadır.Doktor Faust,böylesine bir bahis için iyi bir alandır; çünkü her iki güce sırt çevirmiş,şeytanı olduğu kadar Tanrı’yı da kendinden üstün saymamıştır.Gerçeği aramak için tozlu kitaplarına gömülerek ömrünü geçirmiştir.
   

       Tanrı’ya göre insanların bu denemelerinin hiçbir önemi yoktur,sonuç kesindir;insan yanılmak içindir,yanılanlar sonunda sürüye dönecektir.
BİLGİ
       Nasıl bilgi edinildiği sorunu felsefenin temel sorunlarından biridir ve felsefesel düşüncenin başlangıcından beri üstünde düşünülmüştür.
        Antik Çağ Yunan felsefesinde Demokritos’un açtığı özdekçi yolla Platon’un açtığı düşünceci yolda geliştirilen bu sorun,ancak ve bilimsel olarak Yansı Kuramı’yla açıklanmıştır.Yansıma ve yansıtma ,özdeğin bir özelliğidir.Her özdek,karşılıklı etkileşiminde,başka bir özdekte yansır ve başka bir özelliği yansıtır.

    Yansı;yansıtılan özdeğin etkilenen özdekte iç değişime uğratılarak yeniden üretilmesidir. Bilgi;nesnel gerçekliğin insan beyninde yansımasıdır.Ne var ki,bu yansıma bir aynanın bir cismi ya da bir kaya parçasının bir güneş ışınını yansıtması gibi yalın bir yansıma değildir.İki basamaklıdır:
       1.Nesnel gerçekliğin algılandığı duyum basamağı,
      2.Nesnel gerçekliğin dönüşüme uğratılıp yeniden üretildiği düşünce basamağı.

    Bilgi bu iki basamaktan geçmekle bilgi olur.Bilginin kaynağı toplumsal pratik olduğu gibi,amacı da toplumsal pratiktir ve doğru olup olmadığının ölçütü de toplumsal pratiktir. Demek ki,bilgi toplumsal pratikten koparılarak çözümlenemez ve insan usuna gökten zembille inmez.Toplumsal pratikten yansıyan bilgi,nesnel gerçekliği dönüşüme uğratma ve doğayı insan gereksinimlerine uydurma amacıyla gene toplumsal pratikte kullanılır.

      Bilgilenme süreci,daima nesnel gerçekliğin duyu örgenleri aracılığıyla algılanmasıyla başlar.(Birinci basamak)
        Duyumlar olmaksızın nesnel gerçeklik üstüne hiçbir şey öğrenilemez.Duyu örgenleri, insanın dış dünyaya açılan kapılarıdır ;bilgi
bu kapılardan içeri girer.Ne var ki,bu yetersiz bilgidir.Örneğin;duyularımızla elektrik ışığını görebiliriz;ama elektriğin ne olduğunu anlayamayız.Duyumsal bilgi,nesnel gerçekliğin iç yapısını bildirmez;ama duyumsal bilgi

    olmadan da nesnel gerçekliğin iç yapısının bilgisine ulaşamayız.Bundan ötürüdür ki duyumsal bilginin tamamlanabilmesi için,duyumlarımızla algıladığımız gereçlerin usumuzda değişime uğratılmaları gerekir
    ( İkinci basamak)
      Duyumlarımızla algıladığımız gereçler, usumuzla kavramlaşır.Kavramlar,ussal bilginin temel biçimleridir.Usumuz, duyularımızın getirdiği gereçleri ayıklar,eş deyişle soyutlar,çözümleme ve sentezleme işlemlerinden geçirerek kavramlar kurar.

    Belirlenmiş kavramlar yargıları,yargılar da uslamlamaları oluşturur.Kavramların,yargıların uslamlamaların birliğinden bilginin en yüksek biçimleri olan varsayımlar ve kuramlar meydana gelir.Varsayımların ve kuramların doğru olup olmadıkları deneylerle ve toplumsal pratikle denetlenir ve doğrulanır.Bilgilenme süreci,böylelikle en ilkel duyumlardan en gelişmiş kuramlara uzanır.Bu süreç,tarihsel ve toplumsal bir süreçtir.

    Bu süreçte insanlar,kendilerinin dışında ve kendilerinden bağımsız olarak var bulunan özdeksel evreni,kuramsal ve kılgısal etkinliklerin konusu yaparlar ve onu bilim,ideoloji,din,sanat vb. gibi çeşitli toplumsal bilinç biçimlerine dönüştürüp yeniden üretirler.Bu süreçte özdeksel olan, düşünsel olana dönüşür;ama düşünsel olan da özdeksel olanla denetlenir ve doğrulanır,özdeksel olana uygulanır
HAYIR DİYEN İNSAN
        Bernard Shaw ve Jean Anouilh,iki sanatçı bir 15.yüzyıl ermişinden yararlanarak şu soruyu soruyorlar:Jeanne d’Arc niçin yakıldı?
      15.yüzyıl,Fransa’yı kargaşalık içinde buldu. Dükalar birbirine girmiş,iç savaşlar başlamıştı.
   İşte erdemli Jeanne,Tanrı’nın sesini bu sırada duydu.Tanrı ona,Orleans’ı İngilizler’den
   temizleyerek veliahta taç giydirmesini emrediyordu.On sekiz yaşında,kaba saba,bilgisiz bir köylü kızıydı;fakat kendisinden

    sonra yaşayan tarihçilerin sözbirliğiyle yazacaklarına göre Fransa’nın Kurtarıcısı olacaktı.Fransa ,bahtsız kargaşalığının ortasında ,bir ermişin erdemlerini bekliyordu.Jeanne de’Arc tam zamanında yetişmişti.Başvuracağı başka bir şey kalmamış olan halk,ona inanıyordu.Ünü
   Fransız topraklarında hızla yayılmıştı.Askerler erdemli Jeanne’nin sesiyle yüreklenmişlerdi.
   Birkaç ay sonra Orleans İngilizlerden temizleniverdi.Erdemli Jeanne görevini bitirmişti,artık İngilizlere satılabilirdi.

      Jeanne de’Arc niçin yakıldı?Bu soruya önce bir İngiliz sanatçısı ,Bernard Shaw karşılık verdi: Dünya erdemlileri istemiyordu.
   Jean ne’nin eliyle tahta çıkardığı Kral
   7.Charles,onun yakılmasına göz yummuştu;
   çünkü minnet altında yaşayamazdı.Hele kaba
   saba bir köylü kızının eliyle tahta oturmak ince
    soyluluğuna pek ağır geliyordu.Kilisenin düşmanlığınaysa hiç dayanamazdı.Bir yandan
    İngilizlerle bir antlaşmaya varması gerekiyordu

    Monarşiden başka,aristokraside onun yakılmasına göz yummuştu;çünkü Jeanne ,aristokrasiyi bir kenara atıp kralı biricik hükümdar kılıyordu.Kral,soylulardan sadece birincisi olmaktan çıkıyor,onların efendisi oluyordu.Soyluların toprakları tehlikedeydi.
    Kral bütün Fransa topraklarının sahibi kılınmıştı.
       Jean ne’nin yakılmasından yirmi beş yıl sonra gerekler değişecek,

    köylü kızının ermişliği ,Fransa’nın çıkarlarına daha uygun görünecekti.Elli bir yaşına basmış olan Kral 7.Charles,bir büyücünün gücüne değil,bir ermişin gücüne dayanmak istiyordu.
    Dava ,Jean ne’nin annesiyle kardeşlerine açtırılıp, Jeanne temize çıkarıldı;ermişliği de,artık güçlenmiş bulunan kralın isteğine uyularak,kilisece onaylandı.Bu sonuç halkın da
   duygularını karşılıyor,İngilizlere karşı yeni bir üstünlük sağlıyor,bir taşla birkaç kuş vurulmuş oluyordu.Oysa Bernard Shaw’a göre,Jean ne’yi

   temize çıkarıp ermişliğini onaylayacak yerde diriltebilselerdi,altı aya varmaz yeniden yakarlardı;çünkü erdemliler dünyaya göre değillerdi,dünya erdemlileri istemiyordu.
     Soruyu,Bernard Shaw’den sonra ,Fransız sanatçısı  Jean Anouilh karşıladı:Jean ne,hayır dediği için yakılmıştı.
     Jean ne’nin erdemleri ,hayır diyen insanın erdemleriydi.İnsan baştan aşağı güçtü, güvendi, yüreklilikti.Bir bakıma baştan aşağı günah,şehvet,pislikti de.Gecenin karanlığına sığınıp yaptığı şeylerin hepsi hayvanlıktı.

    Tanrı,insanı işte bu ikiliği için yaratmıştı.İnsan olmanın gururuyla mucizenin ta kendisiydi insan.Düşman, insanın ta kendisiydi.Asıl davanın ne olduğu,kimden hesap sorulduğu bilinmeliydi artık.Zavallı bir köylü kızının ardından şeytanı aramak boşunaydı.İnsan,
    kendine güveni,sessiz,duru haliyle şeytandan bin kat daha korkunçtu;çünkü onun tek Tanrı’sı
   kendisiydi.Sesi,yüzyıllar boyunca susmayacak,
   hayır demekle direnecekti.Ona evet dedirtmeye çalışmak boşunaydı.

      Jeanne hayır demişti;çünkü ben sonum gelsin  istemiyorum,diyordu.Herkes tarafından unutulan,şişman,obur,saçları kınalı,her şeyi hoş gören bir Jeanne…