22 Ağustos 2011 Pazartesi

MİLLİ KÜLTÜR, ATATÜRK VE MİLLİ KÜLTÜR


Milli Kültürün Önemi
Büyük Önder Atatürk'e göre “Millet, aynı kültürden insanların oluşturduğu toplumdur”. Demek ki, “milli kültür”, bir devleti ayakta tutan unsurların en önemlisidir. Çünkü, milli kültür oluştuğunda ortaya millet çıkar. Millet ise mutlaka bir devlet oluşturur. Dünya tarihine baktığımızda, milli kültüre sahip olmanın önemi daha iyi anlaşılır. Tarihe gözatıldığında, milli kültüre sahip halkların her türlü zorluğa karşı varlıklarını korudukları görülecektir. İkinci Dünya Savaşı'ndan enkaz halinde çıkmalarına rağmen kısa sürede önemli birer güç haline gelen Almanya ve Japonya bunun en güzel örneğidir. Aynı şekilde, İstiklal Savaşı'nda Türklere yeni zaferler kazandıran, Türk Milletinin Atatürk milliyetçiliği ile tamamlanan milli kültürünün sağlamlığıdır. Milli kültür, milli ve manevi değerlerin öğretildiği eğitim kurumlarında oluşmaya başlar. Eğitim kurumlarında, milli ve manevi değerleri öğrenen gençler ise bu değerlere sahip çıktıkları ölçüde devleti, milli birliği ve beraberliği güçlendirirler. Atatürk'ün sözleri, ortak bir kültür oluşturan eğitimin milli birlik ve beraberlik açısından önemini açıkça ortaya koyar:“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırları ne olursa olsun, ilk önce ve herşeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Dünyada uluslararası duruma göre böyle bir mücadelenin gerektirdiği manevi unsurlara sahip olmayan kişiler ve bu nitelikte kişilerden oluşan toplumlara hayat ve bağımsızlık yoktur. Çocuklarımızı aynı eğitim derecesinden geçirerek yetiştireceğiz. Kesinlikle bilmeliyiz ki iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, hastadır. Çocuklarımıza vereceğimiz öğrenim sınırı ne olursa olsun onlara esas olarak şunları öğreteceğiz: Milletine, Türkiye Devleti'ne, TBMM'ne düşman olanlarlarla mücadele; bu mücadelenin sebep ve vasıtaları ile donatılmayan millet için yaşama hakkı yoktur.” (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, 1952, Türk İnkılap Tarihi Enstitü Yayınları)Atatürk, bu sözlerle, alınan eğitimin, mahiyeti her ne olursa olsun, milli değerleri yücelten ve her zaman korunması gerekli unsurlar olarak ön planda tutan bir üsluba sahip olması gerektiğini vurgular. Çünkü, bir devletin sağlam temellere oturması için öncellikle milli birlik ve beraberliğini koruması gerekir. Bir devlet ne kadar gelişmiş olursa olsun, ne kadar güçlü olursa olsun eğer ortak bir kültüre sahip değilse parça parça demektir. Böyle bir devlet ise tüm gücünü kaybeder. Milleti oluşturan unsurların en temel noktasında bireyler karşımıza çıkmaktadır. Bireylere milli beraberliğin ne olduğunu öğretmek ve milli şuuru kazandırmak ise ancak eğitimle gerçekleşebilir. Bireylere milleti için çalışmanın önemi öğretilmediği takdirde milli eğitim amacına ulaşmamış olur. Birey devletine ve dolayısıyla milletine faydasız bir insan haline gelir. Atatürk'ün vurguladığı gibi eğitimin mahiyeti ve düzeni her ne olursa olsun, gençler milli şuurun aşılayıcısı olan milli kültürümüzü öğrenecek şekilde eğitilmelidir. Ayrıca, milli kültürün temellerini Büyük Önder Atatürk'ün “İlke ve İnkılapları”nın oluşturduğu gençlere anlatılmalıdır. Eğitim insanlara milli şuurdan başka daha birçok şey kazandırır. İnsanın hayata bakışını, prensiplerini, sanat anlayışını, ideallerini, yaşam şeklini belirler. İnsanların aileleri, dini, ülkesi, cinsiyeti, yaşam seviyesinin standartları her ne olursa olsun verilen iyi bir eğitimle aradaki tüm farklar bir anda kalkabilir. Böylece insanlar aynı ortak amaçta birleşmiş olurlar. Milli şuur da buna eklendiğinde bireyler tamamen kaliteli, yüksek ahlaklı, devletine bağlı ve faydalı bir hale gelirler. Bir birey için devletine bağlı ve faydalı olmak, kendisinin ve gelecek nesillerin en iyi yaşam standartlarına ulaşmasına katkıda bulunmak demektir. Sonuç olarak, eğitimin amacı, Atatürk ilke ve inkılaplarını kendilerine ilke edinmiş, devletini ve milletini tüm değerlerin üzerinde tutan gençler yetiştirmek olmalıdır.




[ TOPLUMLARIN CAN DAMARI MİLLÎ KÜLTÜR ]

Yeni bir bin yılın ilk basamaklarına adım attığımız bu günlerde, özellikle toplumlar arasında görülen değişmenin hızlı boyutunu farkedememek mümkün değil. Anlayışların, düşüncelerin yeniden şekillendiği çağımızda kültürel anlamda belirginleşen oluşumlar ise hiç de yabana atılacak gibi görünmüyor. Yakın çevremizde, aile hayatımızda, çalışma ortamımızda olup bitenler, bizi herşeyi yeniden düşünmeye, yeniden bir değerlendirme yapmaya zorluyor. Bu değerlendirmede geçmiş ile içinde bulunduğumuz an; içinde bulunduğumuz an ile gelecek arasında köprü konumundaki kültürel varlıklarımız, kültür dinamiklerimiz ön plana çıkıyor.
Şehirde de bulunsak, köyde de yaşasak bu kavram ile karşılaşıyor, unsurları ile birlikte oluyoruz.
Hayatımızın hemen hemen her bölümünde, sosyal yaşantımızın bütün dilimlerinde bu kelime ile karşılaşıyoruz. Dil kültürümüzden bahsediyoruz, teknoloji ile medeniyet ile kültür arasındaki bağı ve sorunlarını tartışıyoruz. Sanatın bütün dallarında onu en geniş manası ile kullanıyoruz. Müzik kültürü, sinema kültürü, edebiyat kültürü diyoruz. Sosyal hayatımızın durumunu aynı kelimenin yardımı ile izaha çalışıyoruz; şehir kültürü, köy kültürü, gecekondu kültürü diyoruz.
Sadece yazılı basınımızda, gazete ve dergilerde konu ile ilgili araştıma yapan uzmanların dilinde ve kaleminde değil, televizyon ve radyo kanallarında da sık sık duyduk bu kelimeyi.
Toplumun hemen hemen her kesimindeki insanların hayatlarında yer aldı kültür.
Yıllarca kültürün nasıl birşey olduğunu anlamaya ve onu tanımaya çalıştık, etkisinden ve gücünden bahsettik. Kültürümüzü ve medeniyetimizi nasıl muhafaza edebileceğimizi ve gelecek nesillerimize bu değerleri nasıl aktarabileceğimizi tartıştık. Ona kimi zaman sempati ile kimi zaman da antipati ile yaklaştık.
Bir çok tanımıyla karşılaştığımız kültürün UNESCO uzmanlarınca yapılan ve kabul edilen tarifinde, bir insan topluluğunun kendi tarihi tekamülü hususunda sahip olduğu şuur ve bu insan topluluğunun bu tarihi tekamül şuuruna atfen varlığını devam ettirme azmini gösterdiği ve gelişimini sağladığı belirtilmiş.
Bu tarif, içtimâî-manevî şuur muhtevalarını kültür olarak vermekle birlikte, kültürdeki sürekliliği ve millî olma zaruretini öne çıkarması bakımından da oldukça dikkate değer bulunuyor. Tanımdan da anlaşıldığı gibi bir kültür ancak kendi toplumunun tarihi varlığında ortaya çıkabiliyor. Kültürü, yüzyıllara uzanan bir zaman çerçevesinde topluluklar meydana getiriyor, kültür de milleti ayakta, dik ve sağlam tutuyor.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan, tarihi bugüne kadar getiren ve onu aktüel bir güç yapan vasıtanın ilim, kültür ve sanat olduğunu söylüyor ve bütünüyle zamanın içinde ebediyete giden bir yol olan, bütün zamanları besleyen dinin, ilme, kültüre ve sanata etkide bulunduğunu belirtiyor.
Yavuz Bülent Bakiler kültürü, milleti diğer milletlerden ayıran maddi ve manevi değerler bütünü olarak görüyor ve bir örnekle şöyle izah ediyor:
ÒAna karnında bir çocuk düşününüz. Çocuğu bir kordonla besleyen anadır. O göbek bağını içeriden kopardınız mı, ananın da çocuğun da felaketine sebep olursunuz. Kültürle millet arasındaki bağ da aynen öyle. Milletler ancak kendi kültürleri ile yaşayabilirler.Ó
Kültür bir milletin dini inancıdır, konuştuğu dilidir, millet sevgisidir, tarih bilgisidir, birikimidir. Değer hükümleridir.
Örf ve adetleri gelenek ve görenekleridir.
Nihayet kültür, bir milletin yaşama tarzıdır.
Öyle olmasına öyledir de nedense bir türlü öğrenemedik kültürün gücünü, bilemedik kültür nedir ne değildir diye.
Yüzyıllar öncesinden başlayarak kültür dünyamıza binlerce yıldız serpiştiren, millet olarak şahsiyetimizin, karakterimizin yapısına nakışlarıyla biçim veren düşünce şekillerini, yaşama kural ve kaidelerini gerektiği gibi bilemedik, anlayamadık.
Zaten bir anlayabilsek, kültürümüzün varlık sebebimiz olduğunu.
Bir anlayabilsek, bu topraklar üzerinde hür ve müstakil yaşamak için kültürümüze sahip çıkmamız gerektiğini.
Bir anlayabilsek, kültürün, sadece müzelerin kuytu köşelerine çekilmiş arkeolojik kalıntılardan ibaret olmadığını.
Bizi biz yapan değerleri bir anlayabilsek.
Asırlar öncesinden gelen ve geleceğe yön veren, güzellikleri ile gecenin içinde parlayan ışık kaynakları nasıl görmezlikten gelinir ki!




--------------------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------------------

TÜRK KÜLTÜRÜ VE
MEDENİYETİ
Ayrı ayrı inanış, düşünce, eğilim, kullanış ve davranış tarzları bir milletin millî kültür unsurlarını teşkil etmektedir. Kültürlerden doğan medeniyet, karekter yönünden umumi; kültür ise hususidir. Her topluluk bir kültüre sahiptir, her kültür de ayrı bir topluluğu temsil eder. Bir kültürün varlığı, bir milletin mevcut olduğunu göstermekte, bir topluluğun varlığı ise bir kültürün varlığına işaret etmektedir. Bir milletin manevi kültür değerlerini din, dil, sanat, edebiyat, örf ve adetleri ile düşünüş ve yaşayış tarzları meydana getirmektedir. Bu kültür değerleri milletlerin hayatlarında önemli yer tutar. Milletler de bu kültür değerleri üzerinde önemle dururlar. Bu kültür değerlerini bozmadan kendilerinden sonra gelecek nesillere devretmeye gayret ederler. Eğer bir kültürün özü terkedilecek olursa veya toptan terkedilirse, o milletten, o cemiyetten eser kalmaz. Kültür millî duyguların gelişmesini sağlayıp, insanı vatansever yapar. Bu sevgi de millî bütünlüğü sağlar.
Kültür, istiklal isteyen bir yapıya sahiptir. Toplumlar, milletler başka bir kültürün kendi toplumlarında gelişip, boy göstermesine fırsat vermezler. Bir milletin kendine ait inanış ve yaşayışını meydana getiren din, asırlardır kültürün en önemli unsuru olmuştur. İnanış ve yaşayış unsurları bir toplumdaki bütün ferdi hareketleri, örf ve adetleri, sanatı, vs. tesiri altına alır.
Kültürü, psikolog, sosyolog ve kültür tarihçileri değişik şekillerde tanımlamaya çalışmışlardır.
E. B. TaylorÕun: ÒBilgiyi, imanı, sanatı, ahlakı, hukuku, örf-âdeti ve insanın (cemiyetin bir üyesi olması dolayısıyla) kazandığı diğer bütün maharet ve ihtiyat ihtiva eden mürekkep bir bütünÓ olarak tarif ettiği kültürü C. Wiesler ise: ÒBir toplumun yaşama tarzıÓ, E. Sapir: ÒAtalardan gelen maddi-manevi değerler toplamıÓ, R. Thurnwald da ÒBir toplulukta örf ve âdetlerin, davranış tarzlarından, teşkilat ve tesislerden kurulu âhenkli bir bütünÕ olarak tanımlamışlardır. Ziya Gökalp ise kültürü: ÒBir milletin dinî, ahlakî, hukukî, bediî, muakaleleli (entellektüel), lisani, iktisadi ve fenni hayatının ahenkli bir bütünüÓ şeklinde ifade etmiştir. Son dönem aydınlarından Yılmaz Özakpınar da araştırmalarında kültür ve medeniyet konusunda köklü yorumlar getirmiştir.
Kültürden farklı bir anlam taşımakta olan medeniyeti, milletler arasında ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtalarının bütündür. Bu ortak değerlerin kaynağı, milletlerin kendi oluşturduğu kültürleridir.

KÜLTÜR MİLLETLERİN VARLIK
GÖSTERGESİDİR
Kültür, belirli bir yerde birlikte yaşayan belli bir toplumun yaşayış şeklidir. Bu kültür onların sanatlarında, sosyal sistemlerinde, alışkanlıklarında, adetlerinde ve geleneklerinde yaşamaktadır. Aynı kültüre sahip olanlar, birlikte yaşayan ve aynı dili konuşan insanların, başka dili konuşan insanlardan farklı bir şekilde düşünmesi, hissetmesi ve onlardan farklı heyecan duyması demektir. Cemiyetle kültür arasında çok sıkı bir bağ vardır. Sosyal yapı ile kültür bir gerçeğin iki yüzü gibidirler. Sosyal yapılar mevcut kültüre göre şekillenirken, kültür de içinde bulunduğu çevreden sürekli etkilenir. İnsanları zaman ve mekan içerisinde birleştiren ortak noktaların bulunması millet olmanın en önemli özelliğidir. Bunu sağlayan ise kültürdür.

KÜLTÜRÜN DOĞUŞU İNSANLIĞIN YARATILIŞI İLE BAŞLAR
Muhakkak ki kültürün meydana çıkmasında bütün insanların payı vardır. Kültür ve medeniyetlerin ileri ve güçlü olduğu ülkeler, sosyal ve kültürel temaslara açık ülkelerdir. Sosyal ve kültürel temaslara açık olmayan ülkeler gelişememişlerdir. 15. asırdan sonra keşfedilen bazı adalarda yaşayan insan gruplarının hepsinin seviyelerine uygun bir kültüre sahip oldukları görülmüştür. Fakat dış dünyaya kapalı olarak oluşturulan bu kültürler, başka kültürlerle temas edemedikleri için gelişememişlerdir.
Türk kültürünün ortaya çıkış sahası, Türk kavimlerinin anavatanı olan Orta AsyaÕdır. Orta Asya, coğrafi yönden Türk kültürünün ana kaynağıdır. Hun, Göktürk ve Uygur Türk devletlerinin meydana getirdiği kültür, Orta Asya Türk Kültür ve Medeniyetinin ana temelini oluşturmuştur. Göktürkler döneminden kalan Orhun Kitabeleri, o dönemin kültürünü yansıtan birer kültür hazineleridir. Bu dönemin kültür ve medeniyeti ÒBozkır KültürüÓ, ÒBozkır MedeniyetiÓ ve ÒAtlı Göçebe KültürüÓ şeklinde isimlendirilmektedir.
TÜRK KÜLTÜRÜNE YENİ ÇEHRE
Orta Asya TürkleriÕnin, İslamiyetÕe girişleri ile birlikte Türk Kültürü de evrensel bir boyut ve yeni bir çehre kazanmıştır.
TürklerÕin İslamiyetÕle ilk temasları Emeviler döneminde başlamıştır. AbbasilerÕin ÇinÕe karşı yaptıkları Talas Muharebesinde (M. 751) Türkler, Abbasiler yanında yer almış, böylece İslamiyeti daha yakından tanıma fırsatı bulmuşlar ve İslamiyetÕe girmeye başlamışlardır. TürklerÕin İslamiyetÕe girmeleri Maveraünnehir çevresinde hızlanmıştır. Türk İslam Kültür ve Medeniyeti, Karahanlı ve Gazneli Türk Devletleri ve İtil-Ural Türk Devleti döneminde geçiş dönemini yaşamış, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi ise bu kültür ve medeniyetin en üst düzeye çıktığı dönem olmuştur. Diğer kültür ve medeniyet çevrelerini etkisi altına alan Türk İslam kültür ve medeniyeti Türklüğün kendine has özelliğini gösterir. MaveraünnehirÕden AnadoluÕya, AnadoluÕdan da Balkanlara kadar uzanan bu kültür ve medeniyet, Akdeniz ülkelerini de etkisi altına almıştır. Toplumlar devlet ve millet olma seviyesine yükseldikleri zaman kendi millî kültürlerini oluşturabilirler. Nihayet milattan önce 3. yüzyılda kurulan Hun DevletiÕnden, Atatürk tarafından temelleri atılan Türkiye CumhuriyetiÕne kadar oluşan Türk Kültür ve Medeniyetinin bir bütün olduğu görülür.
Türkler Malazgirt OvasıÕna ayak bastıklarında bir millî kimliği ve o kimliğin gerisinde bin üçyüz-bin beşyüz yıllık bir tarihi vardı. O kimlik ve o tarihin gücü ile bu vatana sahip oldular. Her mekandan ve her kültürden etkilendikleri gibi, kendi kültürü ile etrafındaki ülkeleri de etkilediler. Türkler AnadoluÕya geldiklerinde; bin beşyüz yıllık çok sağlam bir devlet geleneğine sahiplerdi. Anadolu, Türklerin eline geçince bir uçtan bir uca düzen ve disiplin altına alındı. Komşu milletlerin gıpta ettiği bir düzen kuruldu. Saray, medrese, han, hamam, yol, kervansaray, hastane, köprü, türbe, camiler inşa edildi. Bugün dahi gururla seyrettiğimiz muazzam bir bayındırlık hamlesi gerçekleştirildi. Bu hamleler gerçekleştirilirken daha önce AnadoluÕda hüküm sürerek eserler bırakan milletlerin eserlerine de saygı gösterildi ve aynen korundu. Türk milleti fethettiği ülkelerde hakimiyet kurarken daha önce meydana getirilmiş olan medeniyetlere saygı duymuş, diğer milletlerin din, dil, örf ve adetlerine büyük bir müsamaha göstermiştir.
Osmanlı Devleti meşruiyetini, ÒDin ü Devlet Mülk ü MilletÓ idaelinden, idaresindeki müslim ya da gayri müslim olan çeşitli toplumların kültürel, dini özelliklerini koruyup, garanti altına alışında buluyordu. Yüzyıllar süren hoşgörüye dayalı, barış içerisinde bir beraberlik sayesindedir ki Osmanlı devleti zengin bir kültür ortaya çıkarmıştır. Bu kültür, içerisinde farklı birçok kültürü barındırıyordu, bu özelliği ile bir mozayiği andırıyordu. Bugün Türkiye dahil, Balkan ve Ortadoğu ülkelerinin şaşırtıcı kültürel benzerliklerinin temelinde bu olgu yatmaktadır.
Değişik coğrafyaların kesiştiği, değişik toplum ve tarihlerin karşılaştığı bir kavşak noktasında ortaya çıkan ve gelişen Osmanlı kültürü, Ortaasyalı olduğu kadar, Akdenizli, Ortadoğulu olduğu kadar Anadolulu ve Balkanlı idi. Osmanlılının mührünü vurduğu bu kültür hem değerler, hem ürünler ve hem de duyuş, düşünüş ve davranış tarzları düzeyinde Türk toplumuna miras kalmıştır.

MADDİ GELİŞMENİN İTİCİ GÜCÜ
KÜLTÜREL GELİŞMEDİR
Bugün artık toplumlar yanlızca ekonomik göstergelerle ifade edilen kalkınmaya değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir gelişmeye, maddi tatmine olduğu kadar, manevi tatminde de ilerlemeye ihtiyaç duymaktadırlar. Aslında manevi kalkınma yani kültürel gelişme, maddi kalkınmanın ikinci gücüdür. İkisi arasında biribirini destekleyen gizli bir akım vardır. İçinde bulunduğumuz asrın insanlığa kazandırdığı en önemli tecrübelerden birisi, kalkınmada sosyal ve kültürel faaliyetlerin de gözardı edilemeyeceği gerçeğidir.
Milletler arası ilişkileri belirleyen; sosyal, siyasal ve ekonomik etkenlerin yanında muhakkak ki kültürel etkenlerin de önemi büyüktür. Esasen kültürel etkenler, uluslararası yaklaşımlara daima devamlılık ve canlılık sağlar. Mevcut olan millî kültür değerleri milletleri birbirlerine daha fazla yaklaştırır. Bunu sağlarken eski eserleri, tarihi vesikaları, şiiri, tiyatrosu, sanatı, edebiyatı ve folkloru büyük rol oynar. Bu vesikalar ve değerler milletlerin iç işlerine karışmadan, vatan bütünlüğüne dokunmadan, kardeşçe ve dostça, barış içinde yaşamalarını sağlar. Bu varlıklar ve değerlerin anlam ve önemini maddi yönden ölçmek veya senteze tabi tutmak mümkün değildir.
Millî kültür varlıklarının korunması şarttır. Atatürk de millî kültür varlıklarımızın korunmasına büyük önem vermiş, millî kültür varlıklarının araştırılması, korunması ve yayılması için bütün tedbirlerin alınmasına gerekli itinayı göstermiştir. Bunun için lazım olan bütün araçların, güzel sanatların korunması ve yayılması için kurum ve kuruluşları faaliyete geçirmiştir.
Kültür toplumun sosyal yapısına yön veren ve o topluma kişilik kazandıran ortak davranışlardır. Zaman içinde değişme, gelişme ve yenileşme özellikleri taşıdığından dolayı kültür, canlı ve dinamik bir yapıya sahiptir. Toplumun yaşama düzeyine bağlı olarak doğup geliştiği için hayatın içindedir. Bir milleti diğer milletlerden ayıran yaşayış tarzı, o millete özgü duygu ve düşünce birliğinin oluşturduğu ruhtur.
Bununla birlikte bu aşamada milletlerin yaşama tarızlarını anlatması bakımından millî kültür kavramı karşımıza çıkmaktadır. Millî kültürün bu durumu onun canlı bir organizma gibi telakki edilmesini kolaylaştırır. Bu bakımdan millî kültürün sağlıklı olarak gelişebilmesi, bugünün geçmiş ile olan ilişkisini kesmemekle, bilakis yeniden kurmakla mümkündür. Yıllar boyu yaşayan o kültürün mensupları bizim insanlarımızdır. Atalarından emanet olarak aldıkları geleneksel kültürlerine yeni ilaveler yaparak kendilerinden sonra gelen nesillere intikal ettirmişlerdir. Sanayileşme ile birlikte geleneksel toplum yapısı değişmiş, çarpık bir şehirleşme yapısı ortaya çıkmıştır. Eski misyonunu kaybeden aileler, kültür taşıyıcı olmaktan da uzaklaşmışlardır. Teknolojinin gelişmesiyle bozulan ilişkiler yine teknolojinin bize kazandırdığı radyo, televizyon, vs vasıtalarla düzeltilmeye çalışılmıştır.
Kültürün hem maddi, hem de manevi yönü vardır. Bilim ve teknik alanlarındaki gelişmeler maddi yönü olup medeniyet ile birleşir ve milletlerarası bir nitelik taşır. Manevi yönü ise dil, din, tarih, ahlak, hukuk, felsefe, edebiyat, sanat, eğitim, örf ve adetler gibi doğrudan doğruya her toplumun kendi yapısına göre şekillenen unsurları içine alır. Manevi kültür, toplumların kendi özel davranışlarının eseri olduğu için, milli bir kişilik yapısındadır, orjinaldir ve gerçek kültür de budur. Kültür, her iki yönüyle de topluma dinamizm vermektedir ve böylece milletleri yaşatan, onları geleceğe bağlayan sosyal bir geliştirme gücüne sahiptir. Bu özelliği ile de toplumdaki kalkınma ve gelişmenin temel faktörü durumundadır. Günümüzde milletler arasındaki hakimiyet ve üstünlük yarışı silahlarla değil, kültür ile yapılmaktadır. Milletler arasındaki üstünlük savaşında en etkili silah olarak, bağlı bulundukları toplumları eğitim ve kültür seviyeleri bakımından en üst düzeye çıkarmak, bilim ve teknolojide ön sırayı almaktır. Atatürk bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: Ò Dünyada her kavmin, varlığı, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle orantılıdır. Medeni eser vücuda getirme kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarından soyunmaya mahkumdurlar. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak hayatın şartıdır.Ó (AtatürkÕün Fikir ve Düşünceleri, Utkan Kocatürk, s.65) Gerçekten de zamanımızda insan hayatı, kültürün ana unsuru olan bilimle şekillenmekte, ülkelerin rafahı bilimle ve ilim ile gerçekleştirilmektedir. Temelinde bilim olmayan sosyal ve iktisadi kalkınma düşünmek mümkün değildir. Bilim ve teknolojide, çağın akışına ayak uydurmak önce o toplumun eğitim ve kültür seviyesini yükseltmeye ve toplumun ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştirmeye bağlıdır.
Kültür, oluşum ve değişim sürecinde başka kültürlerle alış verişte bulunur, onlardan aldığı gibi onlara da verir. Her millet çağın icaplarına göre başka kültürlerden aşılanır ve zenginliğini biraz da bu aşılanmaya borçludur. Aşılanırken özün ve kökün mutlaka korunması gereklidir. Kültür değişmesi tabiidir. Ancak kültür yabancılaşması, yozlaşma ve kültür ikamesi gayri tabiidir. Modern ve medeni milletlerin hiçbiri kendi kültürünün yerine bir başka kültürü koyamaz. Koyarsa o millet olmaktan çıkar. Kültür değişmesinin temel kanunu kendi kendisi olarak, özü ve kökleri koruyarak devam etmesi, değişmesi ve gelişmesidir. Özü ve kökü koruyamayan milletler yabancı kültürlerin istilasına uğrarlar. Bu da modern çağda istilanın en tehlikelisidir. Zira millî kültür bir milletin varolma şuurudur. Şuur ise bilmek demektir. Kendini, kendi değerlerini tanımayan bir milletin sadece müstakil bir coğrafyaya sahip olması o millete hiçbir şey kazandırmaz.

GURBETTE KÜLTÜR
Tarih boyunca insanların bir kısmı geçmişe özlem duymakla yetindi, geçmiş zaman içinde yaşadı. İçinde bulundukları ana, zamana önem vermedi. Bir kısım insanlar da geçmişi ve yaşadıkları anı hesaba katmadı, hayali bir gelecek inşaa etti.
Oysa geçmiş ne kadar gerçek ise gelecek de o kadar gerçek.
Geçmiş ne kadar değerli ise gelecek de o derece önemlidir.
Gerek ülkemizin büyük bir nüfus potansiyelini oluşturan gençlerimizi, gerekse yurtdışında yaşayan gurbetçi diye isimlendirdiğimiz gençlerimizi bu açıdan değerlendirecek olursak, kültürün ne derece önemli olduğunu görürüz.
Bir kıyaslama ile konuya yaklaşırsak, kendi ülkelerinde yaşayan gençlerin, gurbette yaşayan gençlere nazaran kültürlerine daha bağlı oldukları görülmektedir.
Dünyanın birçok ülkesinde çalışmakta olan gurbetçi vatandaşlarımızın, bulundukları ülkelerin kültürüne, diline, dinine, örf ve adetlerine tamamen yabancı olduklarından, o ülkeye uyum sağlamakta büyük zorluklarla karşılaştıkları dikkati çeker. Bununla birlikte bu vatandaşlarımızın çocuklarının çoğu TürkiyeÕye döndüklerinde de yine aynı ölçüde sayılabilecek sıkıntılarla karşılaşmakta, yakın çevrelerine dahi uyum sağlayamamaktadırlar. Bu çocuklar hem Türk kültürünü hem de yaşamakta oldukları ülkenin kültürünü iyi bilmedikleri için, iki kültür arasında bocalamakta, bunun sonucu olarak da bir kimlik bunalımı ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Gurbette doğup büyüyen gençlerin çoğunluğu da Türk kültürüne tamamen yabancı olarak yetişmektedirler. Kendi insanını yeterince tanımayan, millî kültüründen uzaklaşan bu gençlerin çoğu yaşadıkları ülkelerin bazı kötü alışkanlıklarını benimseme durumunda kalabiliyorlar.
Türk kültürünün din ve imandan sonra gelen en önemli unsuru dilidir. Bir milletin dili onu diğer milletlerden ayıran en önemli unsurlardandır. Dil, hem millî kültürün taşıyıcısı hem de millî birliğin harcı durumundadır. Dil aynı zamanda millî yapıyı meydana getiren, sağlamlaştıran ve destekleyen en büyük faktör ve dayanaktır. Milletimizin kahramanlık ve civanmertliğini anlatan destanları, marşları, hikayeleri, şiirleri, manileri ve ninnileri dilimizin en müstesna vesikalarıdır.
Uyum problemi TürkiyeÕden yurtdışına, yurtdışından tekrar TürkiyeÕye uzanan çok yönlü, son derece karmaşık, hayati ciddiyeti olan bir meseledir. Bu bağlamda kişilerin kendi dillerine olan uzaklık ya da yakınlık diye tanımlayabileceğimiz durumlarını ele alarak bir değerlendirme yaptığımızda, dilin ne derece önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Hiç şüphe yok ki kültürel kimliğin en önemli unsurlarından birisi de dildir. Kişi dil aracılığı ile çevresiyle ilişki kurar, kendi töresini, dinini, tarihini tanır; kendinin kim olduğunu bilir. Dili, kültürel kimliğe şekil veren bir kalıp olarak tanımlayan Sapir ve Whorf, belli bir dili öğrenen kimselerin o toplumun düşünce yapısını ve değerlerini de benimsediklerini ileri sürerler. Yani kendi kültürlerinden kopup benimsedikleri dilin kültürünü yaşamaya başlarlar. Bir toplumun anadili onların can damarı gibidir. Anadilini bilmeyen kimselerin kültürel kimliğinin can damarı, fonksiyonunu yerine getiremiyor demektir. Bir milletin özellik ve karekterini o milletin dilinde bulmak mümkündür. Dil insanın görüş ve düşünce biçimini de etkiler. Kendi dilini unutup, başka bir dili konuşan kimse o dilin kültürünü de öğrenmesi, dolayısıyle o kültürün etkisi altında kalması ve kendi öz kültüründen uzaklaşması kaçınılmazdır.
Gurbetteki gençlerimizin kendi öz kültürlerinden uzaklaşmamaları, dillerini iyi bilmeleri; tarih, örf ve ananelerine sahip çıkmalarından geçmektedir. Bunun için devletimiz, yurtdışında çalışan vatandaşlarımızın çocuklarının eğitimi için öğretmenler; dini konularda aydınlanmaları amacıyla da din görevlileri göndermekte, onlara sahip çıkmaktadır.
Gurbetteki gençlerimizin millî kültürlerinden kopmamaları ve onların milletine, devletine bağlı olarak yetişmeleri için devletin maaşlarını vererek, gönderdiği öğretmen ve din görevlilerine büyük görevler düştüğü muhakkaktır. Bunun yanında asıl görev, daha rahat bir hayat sürmek için gurbette çalışmaya giden, maddi konulardaki kazançları yanında, çocuklarının öz kültürlerine bağlı olarak yetiştirilmeleri yönünde azami çaba sarfederek, manevi kazançları da göz ardı etmemeleri gereken anne-babalara düşmektedir.

KÜLTÜR VE TEKNOLOJİ
Teknolojik gelişimin insanın davranış ve düşüncelerinde birçok değişmelere yol açtığı bugün çoğunlukla kabul edilen bir gerçektir. Tekerleğin icadından modern arabalara; karasabandan traktöre geçen insan, teknolojik alanda gerçekleştirilen bu gelişmelere en azından makine gücünün insan ve hayvan gücüne olan üstünlüğünü; daha çok makineleşmenin, daha çok zaman ve emek tasarrufu olduğunu, makinenin üretim gücünün üstünlüğü sayesinde kendi hayatının önemli ölçüde değiştiğini düşünmüştür. Buna karşılık mesleki aktivitelerine göre insanların kültür ve teknoloji değerlendirmesinin farklı olduğu görülmektedir. Bir imalat fabrikasında çalışan bir işçi ile aynı işteki bir mühendisin teknoloji anlayışlarının ve teknoloji karşısındaki tavırlarının birbirinden oldukça farklı olacağının tahminini yapmak zor olmasa gerek.
Teknoloji ve kültür konuları bir arada zikredildiğinde özellikle Japonya iyi bir örnek olarak gösterilmektedir. Uzun sayılmayacak bir süre içerisinde (1858-1905) hızla gelişen JaponyaÕda kültür açısından ancak bazı temel ilkelerin devamlılığını koruyabildiği görüşünü kabul edenlerin yanında, JaponyaÕnın modern teknolojiyi hiçbir manevi değişime gerek kalmadan, kültürel kopuş olmadan aldığını savunanlar da vardır.
Bu yaklaşıma göre Japonlar dinlerini, dillerini ve alfabelerini değiştirmeden, gelenek ve adetlerine karşı ilgi ve saygılarını kaybetmeden bu teknolojik değişimi yaşamışlardır.
Bununla birlikte modern teknolojiye sahip olmanın gerektirdiği değişmelerin var olduğu da bir gerçektir. Erol Güngör bu değişmelerin, bazı sosyal-kültürel unsur ve unsur komplekslerinin atılıp, yerine yenilerinin alınması şeklinde ortaya çıktığını belirtir ve ÒEn azından, mesela modern üretim, insan münasebetlerinde aile ve bölge bağlarının bir yana bırakılmasını ve verimlilik esasına, rasyonel hesaplara dayanan münasebetlerin gelmesini gerektirir.Ó demektedir.
Modernleşme ve kalkınma, doğaldır ki bilimsel ilerlemeden kaynaklanan yeni teknolojilerle gerçekleşiyor. Bu yenilik arayışlarının kültür kavramıyla oldukça yakından ilgili olduğu da zaten kabul edilen bir gerçek. Bilim ve teknoloji, tarih boyunca yeni ölçü ve kriterler getirerek, insanın tabiat üzerindeki kontrolünü artırarak, onun dünyaya bakışını, düşünce, duygu ve davranışını, sosyal ilişkilerini değiştirmiş, en azından etkilenmiştir. Dolayısıyla toplumların örf ve âdetlerine, ahlakına, diline, sanatına bilim ve teknolojinin oldukça fazla etkide bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.
İnsan faaliyetinin olduğu hemen her yerde uygulanacak bir tekniğin var olduğu düşüncesinden haraketle, teknolojinin toplumları, bir yanda mevcut kültürü değiştirerek, bir yanda da iktisadi refahı artırarak etkide bulunduğunu söylemek mümkün. İster sanayi öncesi toplumdan sanayi toplumuna, ister sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş olsun, kalkınma ve iktisadi refahın kültür değişikliğini de beraberinde getirdiği muhakkak. Çağa ayak uydurmanın gereği olarak hemen hemen dünya ülkelerinin hepsinde yaşanan teknolojik değişim, toplumlarda meydana gelecek sosyal değişimi de beraberinde getiriyor. Bu oluşum bütün toplumların karşı karşıya kaldığı oldukça karışık bir problem olarak değerlendiriliyor. Bu değerlendirmede özellikle gelişmekte olan ülkeler için, ileri teknolojiye sahip ülkelerin içine düştükleri manevi buhranlar ön plana çıkıyor. TürkiyeÕnin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeler kervanının, bu problemleri aşmasında sahip olduğu avantaj ise, dünya tarihinin yakın ve uzak geçmişinde yaşanan oluşumlar, bu oluşumlardan alınacak dersler ve bir yığın tecrübe olsa gerek.
Atatürk Ve Milli Kültür
“Millî şuurun ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz” diyen Atatürk’ün millî şuur bahsindeki dikkat ve titizliği gözlerimizin önündedir. Bir milletin ayakta kalmasında, bir toplumun millî şuura varmasında en büyük ve en kesin rolü oynayanın da kültür olduğu bilinmektedir.” (s.3)

“ Millî kahramanların doğdukları yıllar, bağlı oldukları milletin bahtında iyiye doğru,gelişip yükselmeye doğru gidişin müjdecisidir.” (s.4)

“Bir milletin varlığında kültürün önemli bir yeri ve büyük bir değeri olduğunu kuşkusuzca söyleyebiliriz.” (s.7)

“ İslâm medeniyetinin meydana gelişinde Türk kültürünün büyük katkısı bulunduğu bir gerçektir. Bununla beraber, çağlar geçtikçe ve batının tesiri de eklenince millî kültür değerlerimizden bir kısmı da küçümsenir olmuştur.” (s.8)

“ Kültürün alan ve kapsam genişliği, onun çeşitli biçimlerde tanımlanmasına yol açmıştır. Nitekim Atatürk de kültür hakkında birkaç tanım yapmıştır. Bunlardan birinde:

“Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mâna çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir.” (s.15)

“Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın kültür tanımı da şöyledir:
“ Kültür, bir cemiyetin sahip olduğu maddî ve manevî kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet içinde mevcut her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar birlikte o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususi bir hayat tarzı temin eder.” (s.20)

“ Atatürk’ün ikinci bir kültür tanımı da “İnsanların hayatına, faaliyetine hâkim olan kuvvet, ibda ve icad kabiliyetidir.” Şeklindedir.” (s. 22)

'Atatürk, kültüre yeni Türk Devletinin temeli sayacak kadar büyük önem vermişti. “Kültür Birliği”ni ise Türk milletini meydan getiren unsurlar arasında kabul etmiştir.” (s.35)

“ Milletimizin tarihini, ruhunu, an’anatını sahih, salim, dürüst bir nazarla görmeliyiz.” (s.40)

“Efendiler! Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, ananat-ı milliyesine düşman olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.” (s.62)

'Türk ulusu ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi, uluslar arasında tanınır.” (s.62)

“Millî ahlâkımız, medenî esaslarla ve hür fikirlerle tenmiye ve takviye olunmalıdır.” (s.70)

“Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lâzımdır ve bilirsiniz ki, bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata mâlik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Hatta kastettiğim manayı bu söz de ifadeye kâfi değildir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur…” (s. 81)

“Atatürk sanatı şöyle tarif etmiştir:
“ Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, nağme ile olursa musiki, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık,bina ile olursa mimarlık olur.” (s.83)

“Sanatkâr, cemiyette uzun ceht ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.” (s.84)

“Millî kültür ise, hem usulle yapılmayan hem de taklitle başka milletlerden alınmayan duygulardır.” (s.89)

“ Edebiyatın tanımını yapan Atatürk der ki:
“ Edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır: Söz ve mânayı, yani dimağında yer eden, her türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri veya okuyanları, çok alakalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki, edebiyat, ister nesir hâlinde olsun, ister nazım şeklinde olsun, tıpkı resim gibi, heykeltıraşlık gibi bilhassa musiki gibi, güzel sanatlardan sayıla gelmektedir.” (s.99)

“ Şairlerimiz esaslı kültür sahibi olmalı ve tarihi iyi bilmelidir.” (s.106)

“ Bir de Atatürk her milletin istiklâl içinde benliğine kavuşması ve medeniyet yolundan ilerlerken birbirlerine yaklaşmayı dış siyaset bakımından da önemli saymıştır. Onun için kendi zamanında dahi yalnız siyasi anlaşmalar değil, kültürel yakınlaşmayı da hedef olarak göstermiştir.” (s.117)

“İktisadî kalkınma millî hayatın bütün vecheleri ile, fakat en çok toplumun kültür gelişmeleri ile ilgilidir ve kültürden ayrı düşünülemez.” (s.120)


(x) Dr. Müjgan Cunbur, Atatürk ve Millî Kültür. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,1981
[ TOPLUMLARIN CAN DAMARI MİLLÎ KÜLTÜR ]
Yeni bir bin yılın ilk basamaklarına adım attığımız bu günlerde, özellikle toplumlar arasında görülen değişmenin hızlı boyutunu farkedememek mümkün değil. Anlayışların, düşüncelerin yeniden şekillendiği çağımızda kültürel anlamda belirginleşen oluşumlar ise hiç de yabana atılacak gibi görünmüyor. Yakın çevremizde, aile hayatımızda, çalışma ortamımızda olup bitenler, bizi herşeyi yeniden düşünmeye, yeniden bir değerlendirme yapmaya zorluyor. Bu değerlendirmede geçmiş ile içinde bulunduğumuz an; içinde bulunduğumuz an ile gelecek arasında köprü konumundaki kültürel varlıklarımız, kültür dinamiklerimiz ön plana çıkıyor.
Şehirde de bulunsak, köyde de yaşasak bu kavram ile karşılaşıyor, unsurları ile birlikte oluyoruz.
Hayatımızın hemen hemen her bölümünde, sosyal yaşantımızın bütün dilimlerinde bu kelime ile karşılaşıyoruz. Dil kültürümüzden bahsediyoruz, teknoloji ile medeniyet ile kültür arasındaki bağı ve sorunlarını tartışıyoruz. Sanatın bütün dallarında onu en geniş manası ile kullanıyoruz. Müzik kültürü, sinema kültürü, edebiyat kültürü diyoruz. Sosyal hayatımızın durumunu aynı kelimenin yardımı ile izaha çalışıyoruz; şehir kültürü, köy kültürü, gecekondu kültürü diyoruz.
Sadece yazılı basınımızda, gazete ve dergilerde konu ile ilgili araştıma yapan uzmanların dilinde ve kaleminde değil, televizyon ve radyo kanallarında da sık sık duyduk bu kelimeyi.
Toplumun hemen hemen her kesimindeki insanların hayatlarında yer aldı kültür.
Yıllarca kültürün nasıl birşey olduğunu anlamaya ve onu tanımaya çalıştık, etkisinden ve gücünden bahsettik. Kültürümüzü ve medeniyetimizi nasıl muhafaza edebileceğimizi ve gelecek nesillerimize bu değerleri nasıl aktarabileceğimizi tartıştık. Ona kimi zaman sempati ile kimi zaman da antipati ile yaklaştık.
Bir çok tanımıyla karşılaştığımız kültürün UNESCO uzmanlarınca yapılan ve kabul edilen tarifinde, bir insan topluluğunun kendi tarihi tekamülü hususunda sahip olduğu şuur ve bu insan topluluğunun bu tarihi tekamül şuuruna atfen varlığını devam ettirme azmini gösterdiği ve gelişimini sağladığı belirtilmiş.
Bu tarif, içtimâî-manevî şuur muhtevalarını kültür olarak vermekle birlikte, kültürdeki sürekliliği ve millî olma zaruretini öne çıkarması bakımından da oldukça dikkate değer bulunuyor. Tanımdan da anlaşıldığı gibi bir kültür ancak kendi toplumunun tarihi varlığında ortaya çıkabiliyor. Kültürü, yüzyıllara uzanan bir zaman çerçevesinde topluluklar meydana getiriyor, kültür de milleti ayakta, dik ve sağlam tutuyor.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan, tarihi bugüne kadar getiren ve onu aktüel bir güç yapan vasıtanın ilim, kültür ve sanat olduğunu söylüyor ve bütünüyle zamanın içinde ebediyete giden bir yol olan, bütün zamanları besleyen dinin, ilme, kültüre ve sanata etkide bulunduğunu belirtiyor.
Yavuz Bülent Bakiler kültürü, milleti diğer milletlerden ayıran maddi ve manevi değerler bütünü olarak görüyor ve bir örnekle şöyle izah ediyor:
ÒAna karnında bir çocuk düşününüz. Çocuğu bir kordonla besleyen anadır. O göbek bağını içeriden kopardınız mı, ananın da çocuğun da felaketine sebep olursunuz. Kültürle millet arasındaki bağ da aynen öyle. Milletler ancak kendi kültürleri ile yaşayabilirler.Ó
Kültür bir milletin dini inancıdır, konuştuğu dilidir, millet sevgisidir, tarih bilgisidir, birikimidir. Değer hükümleridir.
Örf ve adetleri gelenek ve görenekleridir.
Nihayet kültür, bir milletin yaşama tarzıdır.
Öyle olmasına öyledir de nedense bir türlü öğrenemedik kültürün gücünü, bilemedik kültür nedir ne değildir diye.
Yüzyıllar öncesinden başlayarak kültür dünyamıza binlerce yıldız serpiştiren, millet olarak şahsiyetimizin, karakterimizin yapısına nakışlarıyla biçim veren düşünce şekillerini, yaşama kural ve kaidelerini gerektiği gibi bilemedik, anlayamadık.
Zaten bir anlayabilsek, kültürümüzün varlık sebebimiz olduğunu.
Bir anlayabilsek, bu topraklar üzerinde hür ve müstakil yaşamak için kültürümüze sahip çıkmamız gerektiğini.
Bir anlayabilsek, kültürün, sadece müzelerin kuytu köşelerine çekilmiş arkeolojik kalıntılardan ibaret olmadığını.
Bizi biz yapan değerleri bir anlayabilsek.
Asırlar öncesinden gelen ve geleceğe yön veren, güzellikleri ile gecenin içinde parlayan ışık kaynakları nasıl görmezlikten gelinir ki!


TÜRK KÜLTÜRÜ VE
MEDENİYETİ
Ayrı ayrı inanış, düşünce, eğilim, kullanış ve davranış tarzları bir milletin millî kültür unsurlarını teşkil etmektedir. Kültürlerden doğan medeniyet, karekter yönünden umumi; kültür ise hususidir. Her topluluk bir kültüre sahiptir, her kültür de ayrı bir topluluğu temsil eder. Bir kültürün varlığı, bir milletin mevcut olduğunu göstermekte, bir topluluğun varlığı ise bir kültürün varlığına işaret etmektedir. Bir milletin manevi kültür değerlerini din, dil, sanat, edebiyat, örf ve adetleri ile düşünüş ve yaşayış tarzları meydana getirmektedir. Bu kültür değerleri milletlerin hayatlarında önemli yer tutar. Milletler de bu kültür değerleri üzerinde önemle dururlar. Bu kültür değerlerini bozmadan kendilerinden sonra gelecek nesillere devretmeye gayret ederler. Eğer bir kültürün özü terkedilecek olursa veya toptan terkedilirse, o milletten, o cemiyetten eser kalmaz. Kültür millî duyguların gelişmesini sağlayıp, insanı vatansever yapar. Bu sevgi de millî bütünlüğü sağlar.
Kültür, istiklal isteyen bir yapıya sahiptir. Toplumlar, milletler başka bir kültürün kendi toplumlarında gelişip, boy göstermesine fırsat vermezler. Bir milletin kendine ait inanış ve yaşayışını meydana getiren din, asırlardır kültürün en önemli unsuru olmuştur. İnanış ve yaşayış unsurları bir toplumdaki bütün ferdi hareketleri, örf ve adetleri, sanatı, vs. tesiri altına alır.
Kültürü, psikolog, sosyolog ve kültür tarihçileri değişik şekillerde tanımlamaya çalışmışlardır.
E. B. TaylorÕun: ÒBilgiyi, imanı, sanatı, ahlakı, hukuku, örf-âdeti ve insanın (cemiyetin bir üyesi olması dolayısıyla) kazandığı diğer bütün maharet ve ihtiyat ihtiva eden mürekkep bir bütünÓ olarak tarif ettiği kültürü C. Wiesler ise: ÒBir toplumun yaşama tarzıÓ, E. Sapir: ÒAtalardan gelen maddi-manevi değerler toplamıÓ, R. Thurnwald da ÒBir toplulukta örf ve âdetlerin, davranış tarzlarından, teşkilat ve tesislerden kurulu âhenkli bir bütünÕ olarak tanımlamışlardır. Ziya Gökalp ise kültürü: ÒBir milletin dinî, ahlakî, hukukî, bediî, muakaleleli (entellektüel), lisani, iktisadi ve fenni hayatının ahenkli bir bütünüÓ şeklinde ifade etmiştir. Son dönem aydınlarından Yılmaz Özakpınar da araştırmalarında kültür ve medeniyet konusunda köklü yorumlar getirmiştir.
Kültürden farklı bir anlam taşımakta olan medeniyeti, milletler arasında ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtalarının bütündür. Bu ortak değerlerin kaynağı, milletlerin kendi oluşturduğu kültürleridir.

KÜLTÜR MİLLETLERİN VARLIK
GÖSTERGESİDİR
Kültür, belirli bir yerde birlikte yaşayan belli bir toplumun yaşayış şeklidir. Bu kültür onların sanatlarında, sosyal sistemlerinde, alışkanlıklarında, adetlerinde ve geleneklerinde yaşamaktadır. Aynı kültüre sahip olanlar, birlikte yaşayan ve aynı dili konuşan insanların, başka dili konuşan insanlardan farklı bir şekilde düşünmesi, hissetmesi ve onlardan farklı heyecan duyması demektir. Cemiyetle kültür arasında çok sıkı bir bağ vardır. Sosyal yapı ile kültür bir gerçeğin iki yüzü gibidirler. Sosyal yapılar mevcut kültüre göre şekillenirken, kültür de içinde bulunduğu çevreden sürekli etkilenir. İnsanları zaman ve mekan içerisinde birleştiren ortak noktaların bulunması millet olmanın en önemli özelliğidir. Bunu sağlayan ise kültürdür.

KÜLTÜRÜN DOĞUŞU İNSANLIĞIN YARATILIŞI İLE BAŞLAR
Muhakkak ki kültürün meydana çıkmasında bütün insanların payı vardır. Kültür ve medeniyetlerin ileri ve güçlü olduğu ülkeler, sosyal ve kültürel temaslara açık ülkelerdir. Sosyal ve kültürel temaslara açık olmayan ülkeler gelişememişlerdir. 15. asırdan sonra keşfedilen bazı adalarda yaşayan insan gruplarının hepsinin seviyelerine uygun bir kültüre sahip oldukları görülmüştür. Fakat dış dünyaya kapalı olarak oluşturulan bu kültürler, başka kültürlerle temas edemedikleri için gelişememişlerdir.
Türk kültürünün ortaya çıkış sahası, Türk kavimlerinin anavatanı olan Orta AsyaÕdır. Orta Asya, coğrafi yönden Türk kültürünün ana kaynağıdır. Hun, Göktürk ve Uygur Türk devletlerinin meydana getirdiği kültür, Orta Asya Türk Kültür ve Medeniyetinin ana temelini oluşturmuştur. Göktürkler döneminden kalan Orhun Kitabeleri, o dönemin kültürünü yansıtan birer kültür hazineleridir. Bu dönemin kültür ve medeniyeti ÒBozkır KültürüÓ, ÒBozkır MedeniyetiÓ ve ÒAtlı Göçebe KültürüÓ şeklinde isimlendirilmektedir.
TÜRK KÜLTÜRÜNE YENİ ÇEHRE
Orta Asya TürkleriÕnin, İslamiyetÕe girişleri ile birlikte Türk Kültürü de evrensel bir boyut ve yeni bir çehre kazanmıştır.
TürklerÕin İslamiyetÕle ilk temasları Emeviler döneminde başlamıştır. AbbasilerÕin ÇinÕe karşı yaptıkları Talas Muharebesinde (M. 751) Türkler, Abbasiler yanında yer almış, böylece İslamiyeti daha yakından tanıma fırsatı bulmuşlar ve İslamiyetÕe girmeye başlamışlardır. TürklerÕin İslamiyetÕe girmeleri Maveraünnehir çevresinde hızlanmıştır. Türk İslam Kültür ve Medeniyeti, Karahanlı ve Gazneli Türk Devletleri ve İtil-Ural Türk Devleti döneminde geçiş dönemini yaşamış, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi ise bu kültür ve medeniyetin en üst düzeye çıktığı dönem olmuştur. Diğer kültür ve medeniyet çevrelerini etkisi altına alan Türk İslam kültür ve medeniyeti Türklüğün kendine has özelliğini gösterir. MaveraünnehirÕden AnadoluÕya, AnadoluÕdan da Balkanlara kadar uzanan bu kültür ve medeniyet, Akdeniz ülkelerini de etkisi altına almıştır. Toplumlar devlet ve millet olma seviyesine yükseldikleri zaman kendi millî kültürlerini oluşturabilirler. Nihayet milattan önce 3. yüzyılda kurulan Hun DevletiÕnden, Atatürk tarafından temelleri atılan Türkiye CumhuriyetiÕne kadar oluşan Türk Kültür ve Medeniyetinin bir bütün olduğu görülür.
Türkler Malazgirt OvasıÕna ayak bastıklarında bir millî kimliği ve o kimliğin gerisinde bin üçyüz-bin beşyüz yıllık bir tarihi vardı. O kimlik ve o tarihin gücü ile bu vatana sahip oldular. Her mekandan ve her kültürden etkilendikleri gibi, kendi kültürü ile etrafındaki ülkeleri de etkilediler. Türkler AnadoluÕya geldiklerinde; bin beşyüz yıllık çok sağlam bir devlet geleneğine sahiplerdi. Anadolu, Türklerin eline geçince bir uçtan bir uca düzen ve disiplin altına alındı. Komşu milletlerin gıpta ettiği bir düzen kuruldu. Saray, medrese, han, hamam, yol, kervansaray, hastane, köprü, türbe, camiler inşa edildi. Bugün dahi gururla seyrettiğimiz muazzam bir bayındırlık hamlesi gerçekleştirildi. Bu hamleler gerçekleştirilirken daha önce AnadoluÕda hüküm sürerek eserler bırakan milletlerin eserlerine de saygı gösterildi ve aynen korundu. Türk milleti fethettiği ülkelerde hakimiyet kurarken daha önce meydana getirilmiş olan medeniyetlere saygı duymuş, diğer milletlerin din, dil, örf ve adetlerine büyük bir müsamaha göstermiştir.
Osmanlı Devleti meşruiyetini, ÒDin ü Devlet Mülk ü MilletÓ idaelinden, idaresindeki müslim ya da gayri müslim olan çeşitli toplumların kültürel, dini özelliklerini koruyup, garanti altına alışında buluyordu. Yüzyıllar süren hoşgörüye dayalı, barış içerisinde bir beraberlik sayesindedir ki Osmanlı devleti zengin bir kültür ortaya çıkarmıştır. Bu kültür, içerisinde farklı birçok kültürü barındırıyordu, bu özelliği ile bir mozayiği andırıyordu. Bugün Türkiye dahil, Balkan ve Ortadoğu ülkelerinin şaşırtıcı kültürel benzerliklerinin temelinde bu olgu yatmaktadır.
Değişik coğrafyaların kesiştiği, değişik toplum ve tarihlerin karşılaştığı bir kavşak noktasında ortaya çıkan ve gelişen Osmanlı kültürü, Ortaasyalı olduğu kadar, Akdenizli, Ortadoğulu olduğu kadar Anadolulu ve Balkanlı idi. Osmanlılının mührünü vurduğu bu kültür hem değerler, hem ürünler ve hem de duyuş, düşünüş ve davranış tarzları düzeyinde Türk toplumuna miras kalmıştır.

MADDİ GELİŞMENİN İTİCİ GÜCÜ
KÜLTÜREL GELİŞMEDİR
Bugün artık toplumlar yanlızca ekonomik göstergelerle ifade edilen kalkınmaya değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir gelişmeye, maddi tatmine olduğu kadar, manevi tatminde de ilerlemeye ihtiyaç duymaktadırlar. Aslında manevi kalkınma yani kültürel gelişme, maddi kalkınmanın ikinci gücüdür. İkisi arasında biribirini destekleyen gizli bir akım vardır. İçinde bulunduğumuz asrın insanlığa kazandırdığı en önemli tecrübelerden birisi, kalkınmada sosyal ve kültürel faaliyetlerin de gözardı edilemeyeceği gerçeğidir.
Milletler arası ilişkileri belirleyen; sosyal, siyasal ve ekonomik etkenlerin yanında muhakkak ki kültürel etkenlerin de önemi büyüktür. Esasen kültürel etkenler, uluslararası yaklaşımlara daima devamlılık ve canlılık sağlar. Mevcut olan millî kültür değerleri milletleri birbirlerine daha fazla yaklaştırır. Bunu sağlarken eski eserleri, tarihi vesikaları, şiiri, tiyatrosu, sanatı, edebiyatı ve folkloru büyük rol oynar. Bu vesikalar ve değerler milletlerin iç işlerine karışmadan, vatan bütünlüğüne dokunmadan, kardeşçe ve dostça, barış içinde yaşamalarını sağlar. Bu varlıklar ve değerlerin anlam ve önemini maddi yönden ölçmek veya senteze tabi tutmak mümkün değildir.
Millî kültür varlıklarının korunması şarttır. Atatürk de millî kültür varlıklarımızın korunmasına büyük önem vermiş, millî kültür varlıklarının araştırılması, korunması ve yayılması için bütün tedbirlerin alınmasına gerekli itinayı göstermiştir. Bunun için lazım olan bütün araçların, güzel sanatların korunması ve yayılması için kurum ve kuruluşları faaliyete geçirmiştir.
Kültür toplumun sosyal yapısına yön veren ve o topluma kişilik kazandıran ortak davranışlardır. Zaman içinde değişme, gelişme ve yenileşme özellikleri taşıdığından dolayı kültür, canlı ve dinamik bir yapıya sahiptir. Toplumun yaşama düzeyine bağlı olarak doğup geliştiği için hayatın içindedir. Bir milleti diğer milletlerden ayıran yaşayış tarzı, o millete özgü duygu ve düşünce birliğinin oluşturduğu ruhtur.
Bununla birlikte bu aşamada milletlerin yaşama tarızlarını anlatması bakımından millî kültür kavramı karşımıza çıkmaktadır. Millî kültürün bu durumu onun canlı bir organizma gibi telakki edilmesini kolaylaştırır. Bu bakımdan millî kültürün sağlıklı olarak gelişebilmesi, bugünün geçmiş ile olan ilişkisini kesmemekle, bilakis yeniden kurmakla mümkündür. Yıllar boyu yaşayan o kültürün mensupları bizim insanlarımızdır. Atalarından emanet olarak aldıkları geleneksel kültürlerine yeni ilaveler yaparak kendilerinden sonra gelen nesillere intikal ettirmişlerdir. Sanayileşme ile birlikte geleneksel toplum yapısı değişmiş, çarpık bir şehirleşme yapısı ortaya çıkmıştır. Eski misyonunu kaybeden aileler, kültür taşıyıcı olmaktan da uzaklaşmışlardır. Teknolojinin gelişmesiyle bozulan ilişkiler yine teknolojinin bize kazandırdığı radyo, televizyon, vs vasıtalarla düzeltilmeye çalışılmıştır.
Kültürün hem maddi, hem de manevi yönü vardır. Bilim ve teknik alanlarındaki gelişmeler maddi yönü olup medeniyet ile birleşir ve milletlerarası bir nitelik taşır. Manevi yönü ise dil, din, tarih, ahlak, hukuk, felsefe, edebiyat, sanat, eğitim, örf ve adetler gibi doğrudan doğruya her toplumun kendi yapısına göre şekillenen unsurları içine alır. Manevi kültür, toplumların kendi özel davranışlarının eseri olduğu için, milli bir kişilik yapısındadır, orjinaldir ve gerçek kültür de budur. Kültür, her iki yönüyle de topluma dinamizm vermektedir ve böylece milletleri yaşatan, onları geleceğe bağlayan sosyal bir geliştirme gücüne sahiptir. Bu özelliği ile de toplumdaki kalkınma ve gelişmenin temel faktörü durumundadır. Günümüzde milletler arasındaki hakimiyet ve üstünlük yarışı silahlarla değil, kültür ile yapılmaktadır. Milletler arasındaki üstünlük savaşında en etkili silah olarak, bağlı bulundukları toplumları eğitim ve kültür seviyeleri bakımından en üst düzeye çıkarmak, bilim ve teknolojide ön sırayı almaktır. Atatürk bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: Ò Dünyada her kavmin, varlığı, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle orantılıdır. Medeni eser vücuda getirme kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarından soyunmaya mahkumdurlar. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak hayatın şartıdır.Ó (AtatürkÕün Fikir ve Düşünceleri, Utkan Kocatürk, s.65) Gerçekten de zamanımızda insan hayatı, kültürün ana unsuru olan bilimle şekillenmekte, ülkelerin rafahı bilimle ve ilim ile gerçekleştirilmektedir. Temelinde bilim olmayan sosyal ve iktisadi kalkınma düşünmek mümkün değildir. Bilim ve teknolojide, çağın akışına ayak uydurmak önce o toplumun eğitim ve kültür seviyesini yükseltmeye ve toplumun ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştirmeye bağlıdır.
Kültür, oluşum ve değişim sürecinde başka kültürlerle alış verişte bulunur, onlardan aldığı gibi onlara da verir. Her millet çağın icaplarına göre başka kültürlerden aşılanır ve zenginliğini biraz da bu aşılanmaya borçludur. Aşılanırken özün ve kökün mutlaka korunması gereklidir. Kültür değişmesi tabiidir. Ancak kültür yabancılaşması, yozlaşma ve kültür ikamesi gayri tabiidir. Modern ve medeni milletlerin hiçbiri kendi kültürünün yerine bir başka kültürü koyamaz. Koyarsa o millet olmaktan çıkar. Kültür değişmesinin temel kanunu kendi kendisi olarak, özü ve kökleri koruyarak devam etmesi, değişmesi ve gelişmesidir. Özü ve kökü koruyamayan milletler yabancı kültürlerin istilasına uğrarlar. Bu da modern çağda istilanın en tehlikelisidir. Zira millî kültür bir milletin varolma şuurudur. Şuur ise bilmek demektir. Kendini, kendi değerlerini tanımayan bir milletin sadece müstakil bir coğrafyaya sahip olması o millete hiçbir şey kazandırmaz.

GURBETTE KÜLTÜR
Tarih boyunca insanların bir kısmı geçmişe özlem duymakla yetindi, geçmiş zaman içinde yaşadı. İçinde bulundukları ana, zamana önem vermedi. Bir kısım insanlar da geçmişi ve yaşadıkları anı hesaba katmadı, hayali bir gelecek inşaa etti.
Oysa geçmiş ne kadar gerçek ise gelecek de o kadar gerçek.
Geçmiş ne kadar değerli ise gelecek de o derece önemlidir.
Gerek ülkemizin büyük bir nüfus potansiyelini oluşturan gençlerimizi, gerekse yurtdışında yaşayan gurbetçi diye isimlendirdiğimiz gençlerimizi bu açıdan değerlendirecek olursak, kültürün ne derece önemli olduğunu görürüz.
Bir kıyaslama ile konuya yaklaşırsak, kendi ülkelerinde yaşayan gençlerin, gurbette yaşayan gençlere nazaran kültürlerine daha bağlı oldukları görülmektedir.
Dünyanın birçok ülkesinde çalışmakta olan gurbetçi vatandaşlarımızın, bulundukları ülkelerin kültürüne, diline, dinine, örf ve adetlerine tamamen yabancı olduklarından, o ülkeye uyum sağlamakta büyük zorluklarla karşılaştıkları dikkati çeker. Bununla birlikte bu vatandaşlarımızın çocuklarının çoğu TürkiyeÕye döndüklerinde de yine aynı ölçüde sayılabilecek sıkıntılarla karşılaşmakta, yakın çevrelerine dahi uyum sağlayamamaktadırlar. Bu çocuklar hem Türk kültürünü hem de yaşamakta oldukları ülkenin kültürünü iyi bilmedikleri için, iki kültür arasında bocalamakta, bunun sonucu olarak da bir kimlik bunalımı ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Gurbette doğup büyüyen gençlerin çoğunluğu da Türk kültürüne tamamen yabancı olarak yetişmektedirler. Kendi insanını yeterince tanımayan, millî kültüründen uzaklaşan bu gençlerin çoğu yaşadıkları ülkelerin bazı kötü alışkanlıklarını benimseme durumunda kalabiliyorlar.
Türk kültürünün din ve imandan sonra gelen en önemli unsuru dilidir. Bir milletin dili onu diğer milletlerden ayıran en önemli unsurlardandır. Dil, hem millî kültürün taşıyıcısı hem de millî birliğin harcı durumundadır. Dil aynı zamanda millî yapıyı meydana getiren, sağlamlaştıran ve destekleyen en büyük faktör ve dayanaktır. Milletimizin kahramanlık ve civanmertliğini anlatan destanları, marşları, hikayeleri, şiirleri, manileri ve ninnileri dilimizin en müstesna vesikalarıdır.
Uyum problemi TürkiyeÕden yurtdışına, yurtdışından tekrar TürkiyeÕye uzanan çok yönlü, son derece karmaşık, hayati ciddiyeti olan bir meseledir. Bu bağlamda kişilerin kendi dillerine olan uzaklık ya da yakınlık diye tanımlayabileceğimiz durumlarını ele alarak bir değerlendirme yaptığımızda, dilin ne derece önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Hiç şüphe yok ki kültürel kimliğin en önemli unsurlarından birisi de dildir. Kişi dil aracılığı ile çevresiyle ilişki kurar, kendi töresini, dinini, tarihini tanır; kendinin kim olduğunu bilir. Dili, kültürel kimliğe şekil veren bir kalıp olarak tanımlayan Sapir ve Whorf, belli bir dili öğrenen kimselerin o toplumun düşünce yapısını ve değerlerini de benimsediklerini ileri sürerler. Yani kendi kültürlerinden kopup benimsedikleri dilin kültürünü yaşamaya başlarlar. Bir toplumun anadili onların can damarı gibidir. Anadilini bilmeyen kimselerin kültürel kimliğinin can damarı, fonksiyonunu yerine getiremiyor demektir. Bir milletin özellik ve karekterini o milletin dilinde bulmak mümkündür. Dil insanın görüş ve düşünce biçimini de etkiler. Kendi dilini unutup, başka bir dili konuşan kimse o dilin kültürünü de öğrenmesi, dolayısıyle o kültürün etkisi altında kalması ve kendi öz kültüründen uzaklaşması kaçınılmazdır.
Gurbetteki gençlerimizin kendi öz kültürlerinden uzaklaşmamaları, dillerini iyi bilmeleri; tarih, örf ve ananelerine sahip çıkmalarından geçmektedir. Bunun için devletimiz, yurtdışında çalışan vatandaşlarımızın çocuklarının eğitimi için öğretmenler; dini konularda aydınlanmaları amacıyla da din görevlileri göndermekte, onlara sahip çıkmaktadır.
Gurbetteki gençlerimizin millî kültürlerinden kopmamaları ve onların milletine, devletine bağlı olarak yetişmeleri için devletin maaşlarını vererek, gönderdiği öğretmen ve din görevlilerine büyük görevler düştüğü muhakkaktır. Bunun yanında asıl görev, daha rahat bir hayat sürmek için gurbette çalışmaya giden, maddi konulardaki kazançları yanında, çocuklarının öz kültürlerine bağlı olarak yetiştirilmeleri yönünde azami çaba sarfederek, manevi kazançları da göz ardı etmemeleri gereken anne-babalara düşmektedir.

KÜLTÜR VE TEKNOLOJİ
Teknolojik gelişimin insanın davranış ve düşüncelerinde birçok değişmelere yol açtığı bugün çoğunlukla kabul edilen bir gerçektir. Tekerleğin icadından modern arabalara; karasabandan traktöre geçen insan, teknolojik alanda gerçekleştirilen bu gelişmelere en azından makine gücünün insan ve hayvan gücüne olan üstünlüğünü; daha çok makineleşmenin, daha çok zaman ve emek tasarrufu olduğunu, makinenin üretim gücünün üstünlüğü sayesinde kendi hayatının önemli ölçüde değiştiğini düşünmüştür. Buna karşılık mesleki aktivitelerine göre insanların kültür ve teknoloji değerlendirmesinin farklı olduğu görülmektedir. Bir imalat fabrikasında çalışan bir işçi ile aynı işteki bir mühendisin teknoloji anlayışlarının ve teknoloji karşısındaki tavırlarının birbirinden oldukça farklı olacağının tahminini yapmak zor olmasa gerek.
Teknoloji ve kültür konuları bir arada zikredildiğinde özellikle Japonya iyi bir örnek olarak gösterilmektedir. Uzun sayılmayacak bir süre içerisinde (1858-1905) hızla gelişen JaponyaÕda kültür açısından ancak bazı temel ilkelerin devamlılığını koruyabildiği görüşünü kabul edenlerin yanında, JaponyaÕnın modern teknolojiyi hiçbir manevi değişime gerek kalmadan, kültürel kopuş olmadan aldığını savunanlar da vardır.
Bu yaklaşıma göre Japonlar dinlerini, dillerini ve alfabelerini değiştirmeden, gelenek ve adetlerine karşı ilgi ve saygılarını kaybetmeden bu teknolojik değişimi yaşamışlardır.
Bununla birlikte modern teknolojiye sahip olmanın gerektirdiği değişmelerin var olduğu da bir gerçektir. Erol Güngör bu değişmelerin, bazı sosyal-kültürel unsur ve unsur komplekslerinin atılıp, yerine yenilerinin alınması şeklinde ortaya çıktığını belirtir ve ÒEn azından, mesela modern üretim, insan münasebetlerinde aile ve bölge bağlarının bir yana bırakılmasını ve verimlilik esasına, rasyonel hesaplara dayanan münasebetlerin gelmesini gerektirir.Ó demektedir.
Modernleşme ve kalkınma, doğaldır ki bilimsel ilerlemeden kaynaklanan yeni teknolojilerle gerçekleşiyor. Bu yenilik arayışlarının kültür kavramıyla oldukça yakından ilgili olduğu da zaten kabul edilen bir gerçek. Bilim ve teknoloji, tarih boyunca yeni ölçü ve kriterler getirerek, insanın tabiat üzerindeki kontrolünü artırarak, onun dünyaya bakışını, düşünce, duygu ve davranışını, sosyal ilişkilerini değiştirmiş, en azından etkilenmiştir. Dolayısıyla toplumların örf ve âdetlerine, ahlakına, diline, sanatına bilim ve teknolojinin oldukça fazla etkide bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.
İnsan faaliyetinin olduğu hemen her yerde uygulanacak bir tekniğin var olduğu düşüncesinden haraketle, teknolojinin toplumları, bir yanda mevcut kültürü değiştirerek, bir yanda da iktisadi refahı artırarak etkide bulunduğunu söylemek mümkün. İster sanayi öncesi toplumdan sanayi toplumuna, ister sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş olsun, kalkınma ve iktisadi refahın kültür değişikliğini de beraberinde getirdiği muhakkak. Çağa ayak uydurmanın gereği olarak hemen hemen dünya ülkelerinin hepsinde yaşanan teknolojik değişim, toplumlarda meydana gelecek sosyal değişimi de beraberinde getiriyor. Bu oluşum bütün toplumların karşı karşıya kaldığı oldukça karışık bir problem olarak değerlendiriliyor. Bu değerlendirmede özellikle gelişmekte olan ülkeler için, ileri teknolojiye sahip ülkelerin içine düştükleri manevi buhranlar ön plana çıkıyor. TürkiyeÕnin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeler kervanının, bu problemleri aşmasında sahip olduğu avantaj ise, dünya tarihinin yakın ve uzak geçmişinde yaşanan oluşumlar, bu oluşumlardan alınacak dersler ve bir yığın tecrübe olsa gerek.