HİKAYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HİKAYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2015 Salı

ACI

ACI
Kime anlatsam kederimi”
Akşam karanlığı...Sulu,iri iri kar taneleri,henüz yakılmış fenerler etrafında
uçuşuyor,ince yumuşak bir alçı tabakası gibi damları,atların sırtlarını,omuzlarını,başlıklarını
kaplıyor.Arabacı İona Potapov, bir hayalet gibi bembeyaz.Canlı bir vücut ne kadar
büzülebilirse o kadar büzülmüş,hiç kımıldamadan yerinde oturuyor.Üzerine bir yığın
kar düşse bile gene karı silkmek lüzumunu duymayacak.Beygiri de bembeyaz,hareketsizdir.
Hareketsizliğiyle,keskin köşeli biçimiyle,ayaklarının sopaya benzeyişle o bir kapiğe
satılan posta atlara benziyor.Herhalde düşünceye dalmış.Sabandan,alıştığı o rahat
manzaralardan alınıp da buraya,korkunç ışılarıyla,hiç kesilmeyen gürültüleriyle,öteye
beriye koşuşan insanlarla dolu bu kargaşalık içine düşen bir mahluk,böyle uzun uzun
düşünmez de ne yapar?
İona ile beygiri, çoktan beri yerinden kımıldamıyor.Avludan daha yemekten önce
çıkmışlardı,hala siftah etmediler.İşte şehir üzerine akşam karanlığı basıyor.Fener
ışıklarının solgun alevleri,yeislerinin daha canlı ışıklara bırakıyor.Sokağın gürültüsü
daha da artıyor.İona birdenbire:
Arabacı,Viborg tarafına!”diye bir ses işitiyor.Arabacı.Şaşırıyor,karla birbirine
yapışan kirpikleri arasında,kaputla kukuleta giymiş bir subay görüyor.Subay:
Viborg tarafına!” diye tekrarlıyor.”Uyuyor musun, nedir? Viborg’a!
İona,kabul işareti olarak dizginleri çekiyor.Bu çekişle,atın dizginleri,sırtı üzerindeki
karlar,alçı parçaları halinde düşüyor..Subay,kızağa oturur.Arabacı,dudaklarını şapır-
datır,boynunu,kuğu gibi uzatır,yerinden kalkar gibi davranır.Fazla alışkanlık yüzünden
kamçısını sallar beygir de boynunu uzatır,sopa biçimindeki ayaklarını büker,kararsız
kararsız yerinde kımıldar.Çok geçmeden,aşağı yukarı giden karartılardan sesler işitir.
Nereye gidiyorsun ulan?Şeytan mı dürttü seni.Sağa al sağa!”
Kızaktaki subay kızarak:
Sen daha kızak sürmesini bilmiyorsan,sağa gitsene”der.
Bir karose arabacısı küfreder,sokağı koşa koşa geçerken omuzuyla atın ağzına çarpan
bir yolcu,İona’ya öfkeli öfkeli bakar,sonra kolundan karları silker.İona,yerinde sanki
iğne üzerinde oturuyormuş gibi kımıldar,dirseklerini geniş geniş açar,sanki nerede
olduğunu,niçin burada olduğunu anlamıyormuş gibi gözlerini fırıl fırıl döndürür.
Subay alaylı alaylı:
Hepsi de ne aşağılık herifler değil mi? Sanki seninle çarpışmak yahut atın altına
düşmeye gayret ediyorlar.Birbirleriyle sözleşmişler gibi,öyle değil mi?”
İona,başını çevirip müşterisine bakar,dudaklarını kıpırdatır..Bir şey söylemek
istediği bellidir.Ama boğazından,kısık seslerden başka bir şey çıkmaz..
Subay:
Ne var?” Diye sorar.
İona gülümsüyormuş gibi ağzını çarpıtır,ıkınır,sıkınır,nihayet:
Benim de beyefendi...bu hafta oğlum öldü.”
Hım...Neden öldü?”
İona,bütün gövdesiyle müşterisine döner:
Kim bilir? “der.Herhalde hummadan..Hastanede üç gün yattı,öldü Allahtan işte.
Karanlık içinde:
Yolunu değiştirsene herif..Ne o köpoğlu köpek,görmüyor musun?”sesleri işitilir.
Müşteri:
Sür,sür,der.Bu gidişle sabaha kadar varamayız.Atı biraz sürsene!
Arabacı tekrar boynunu uzatır,yerinde bir davranır,ağır bir kibarlıkla kırbacını şaklatır.
Bundan sonra birkaç defa başını çevirir,müşteriye bakar.Ama o,gözlerini kapar.Dinle
meye hiç de istekli olmadığı bellidir.İona,müşterisini Viborg tarafına bıraktıktan sonra
lokanta önünde durur.Gene büzülür,gene hareketsiz kalır.Sulu kar,tekrar başlar.Onu
da atını da gene beyaza boyamaya başlar.Bir saat böyle geçer.Kendisi de,beygiri de
gene bembeyaz kesilir.Bir saat,iki saat böylece geçer.
Kaldırımda yüksek sesle tartışıp lastiklerini kuvvetle vurarak üç genç geçer,ikisi
uzun,ince boyludur,üçüncüsü kısa boylu,kamburdur.Titrek bir sesle:
Arabacı,polis köprüsüne!”diye bağırır.Üç kişi yirmi kapik.
İona,dizginleri çeker,dudaklarını şapırdatır,yirmi kapik para değil ama ne yapsın,
artık fiyatı düşünmez.Ruble mi,beş kapik mi onca farkı yoktur.Yeter ki müşteri olsun.
gençler birbirine sövüp sayarak,itişe kakışa kızağa yaklaşır,üçü de oturmaya çalışırlar.
Uzun tartışmalardan,karşılıklı alaylardan sonra en kısa boyluları kamburun ayakta
durmasına karar verilir.Kambur,yerini alarak İona’nın ensesine üfler:
Haydi,sür!“ diye titrek bir sesle bağırır.”Atı kırbaçla bakalım.Amma da şapkan var
kardeş.Daha kötüsü Petersburg ‘da bulunmaz.”
İona,hi,hi,diye güler:
İşte böyle şapka”
E,böylesi,sürsene beygirini.Yol boyunca hep böyle mi gideceksin.Yoksa ense
köküne indiririm ha.”
Uzun boylulardan biri:
Başım çatlıyor” der.”Dün Dukmasov’larda Vaska ile birlikte dört şişe konyak içtik”
Öbür uzun boylusu da:
Amma da atarsın sen”diye çıkışır.
Vallahi doğru söylüyorum”
Evet o kadar doğru ki bitler bile güler.”
İona,hi,hi diye güler:
Baylarımın keyfi yerinde.”
Kambur, kızarak:
Allah cezanı versin moruk” der.Sürecek misin,sürmeyecek misin? Bu sanki
arabayla gitmek mi?Şunu bir kamçılasana.Hadi bakalım.Hah,işte şöyle.Adamakıllı”
İona,sırtında bir vücudun kımıldadığını,kamburun sesini duyar.Kendisine edilen
küfürleri işitir,insanları görür,yalnızlık duygusu,yavaş yavaş ondan uzaklaşır.Kambur,
öyle yakası açılmadık uzun küfürlere başlar ki,bitirmeye nefesi yetmez,öksürmeye
başlar.İki uzun boylu genç bir Nadejda Petrovna’nın sözünü etmeye başlarlar.İona,
onlara döner,kısa bir sessizliği fırsat bilerek başını biraz daha çevirip der ki:
Benim de bu hafta oğlum öldü”
Kambur,öksürdükten sonra dudaklarını silerek içini çeker:
Hepimiz öleceğiz”der.”Hadi,sür sür.Ben daha fazla böyle gidemem İmkanı yok.
Bu arabacı bizi ne zaman götürecek?”
Sen de şöyle hafiften ensesine bir in de..”
Moruk,işitiyor musun? Ensene indireyim mi?Size nezaketli davranmaktansa
insan yürüsün daha iyi.İşitiyor musun?Eşek Eşekoviç.Sözlerim vız geliyor galiba sana.”
İona,ensesine inen tokatları pek duymaz,daha çok sesini işitir.
Hi,hi,diye güler:
Neşeli baylar.Allah uzun ömür versin.”
Uzun boylusu:
Arabacı, evli misin?” diye sorar.
Ben mi? Hi,hi, neşeli baylar.Şimde tek karım var.Kara torak...Ha ha ha,mezar,
mezar...Oğlum öldü de ben yaşıyorum.Şaşılacak şey.Ölüm,yanlış kapı çaldıçBana
geleceğine oğluma geldi...”
İona,oğlunun nasıl öldüğünü anlatmak için başını çevirir.Ama o anda kambur
hafifçe içini çeker:
Hele şükür,gelebildik” der.
Arabacı,yirmi kapik aldıktan sonra karanlık bir giriş kapısı içinde kaybolan hovarda
gençlere uzun uzun bakar.Gene yalnız kalır.Gene içinde sessizlik başlar...Bir zaman
sönmüş olan acısı gene baş gösterir,daha büyük bir kuvvetle göğsünü ezer.İona’nın
gözleri kaygıyla,acıyla sokağın iki yanından geçen kalabalığa dikilir;gelip geçen
binlerce insandan onu dinleyecek biri var mı acaba?Ama kalabalık,ne onu ne de
acısını fark etmeden geçip gider.Acısı korkunçtur,sınırsızdır.Ona öyle geliyor ki,
göğsü patlayıp içinden acısı fışkırsa,bütün dünyayı kaplayacaktır,ama gene de bu
acı görünmez.O kadar küçük bir kabuğa sığınmıştır ki,gündüz ışık altında bile görülmez.
İona elinde zembil taşıyan bir kapıcı görür,onunla konuşmaya karar verir:
Kuzum, saat kaç? Diye,sorar.
Ona geliyor.Niye durdun burada? Yürüsene!”
İona,birkaç adım uzaklaşır.Tekrar büzülür.Kendini acısına verir.Artık insanlarla konuş-
mayı lüzumsuz sayar.Ama daha beş dakika geçmeden,eğilip kalkar,sanki bir acı
duymuş gibi başını sallar,dizginleri dürter.Artık daha fazla dayanamaz”Hana gideyim”
diye düşünür”Hana”
Beygir,sanki düşüncesini anlamış gibi tırısa kalkıp koşmaya başlar.Bir bucuk
saat geçmeden büyük,pis bir tandır yanında oturur.Tandırda,döşemede,peykelerde
insanlar yatmışlar,horulduyorlar.Dumanlı,boğucu bir hava.İona,uyuyanlara bakar,
başını kaşır.Oraya bu kadar erken döndüğüne pişman olur.”Arpanın parasını bile
çıkaramadım”diye düşünür.”Kederim hep bundan.İşini bilen,atını doyuran insan
her zaman rahattır.” Genç bir arabacı,bir köşeden kalkar.Uyku sersemliğiyle yıkıla
yıkıla boğazını temizler.Su dolu kovaya uzanır.İona:
Su mu içeceksin?”der.
Evet,su.”
Eh,afiyet olsun.Benimse kardeş oğlum öldü.Haberin var mı?Bu hafta
hastanede...Olur şey değil.”
İona,bu sözlerin ne tesir bırakacağına bakar.Ama hiçbir tesir bırakmadığını görür.
Genç arabacı kafasını yorganın altına sokup hemen uyur.İhtiyar,ah çeker,başını kaşır.
Genç arabacı nasıl su içmek isterse, o da öyle konuşmak ister.Oğlu öleli nerede ise
bir hafta olacak.O ise bu hikayeyi daha kimseye gereği gibi anlatamadı.İyice,rahat
rahat anlatması gerek.Oğlunun nasıl hastalandığını,nasıl acı çektiğini,ölmeden önce
neler söylediğini,neler söylediğini nasıl öldüğünü anlatmak lazım.Cenaze merasimini,
rahmetlinin elbiselerini almak için hastaneye gidişini anlatması lazım.Köyde,kızı
Anisa kaldı.Onun sözünü etmek lazım.Daha anlatacak neler var, neler.Dinleyen ah
çekmeli,ohlamalı,puhlamalı.Kadınlarla daha da iyi konuşulur.Budaladırlar ama,iki
sözle ağlamaya başlarlar.İona:”Gidip beygire bakayım”diye düşünür.Uyumak için
her zaman vakit bulunur.”Giyinir,beygirin bağlı olduğu ahıra gider,arpayı, samanı,
havayı düşünür.Yalnızken oğlunu düşünemez.Ancak başka biri olduğu zaman konuşabilir.
Ama kendi kendine düşünüp onu gözlerinin önüne getirmek,kendine dayanılmaz
bir acı verir.İona,beygirin parlak gözlerini görünce:
Yalanıyor musun?” der.”Yalan,yalan! Arpanın parasını çıkarmazsak saman yiyeceğiz.
Evet...Artık ihtiyarladım,arabayı sürecek takatim kalmadı.Arabacılık etmek benim
değil,oğlumun harcıydı.O tam arabacıydı.Ne olurdu yaşasaydı...”Kısa bir zaman geçer
sonra devam eder:
Öyle işte kardeşim kısrak.....Kuzma İoniç yok artık..Allah rahmet eylesin..
boşu boşuna gitti işte...Düşün bir kere.Senin bir tayın var,onun öz annesisin..Bir de
bakıyorsun,birdenbire tay ölüveriyor...Acımaz mısın?”
Beygir yalanır,dinler,sahibinin ellerine doğru solur
İona dalar,ona her şeyi anlatır... ÇEHOV
Türkçesi: Hasan Ali Ediz

Engin Yayıncılık

BİR DÜŞ MÜYDÜ?

BİR DÜŞ MÜYDÜ?
Onu delice sevmiştim!
İnsan neden sever? İnsan neden sever? Ne tuhaf! İnsanın dünyada sadece tek bir
düşünce,kalbinde tek bir tutku ve dudaklarında tek bir isim olması...Sürekli olarak üste
çıkan,bir pınardaki su gibi ruhun derinliklerinden dudaklara yükselen bir isim,insanın
durmadan tekrarladığı,aralıksız,her yerde,bir dua gibi fısıldadığı bir isim.
Size hikayemizi anlatacağım,çünkü sevdanın her zaman aynı olan bir hikayesi vardır.
Onunla karşılaştım ve onun yumuşaklığıyla okşamalarıyla,kollarının arasında,onun sözleriyle
yaşamaya başladım;ondan gelen her şeyle öylesine sarılıp sarmalanmış,bağlanmış ve soğ-
nulmuştum ki, artık bu bizim yaşlı dünyamızda gece mi gündüz mü olduğuna, ya da canlı
veya ölü olup olmadığıma aldırmıyordum.
Sonra öldü.Nasıl mı? Bilmiyorum;artık hiçbir şey bilmiyorum.Ama bir akşam eve
sırılsıklam geldi,çünkü şiddetli bir yağmur yağıyordu ve ertesi gün öksürmeye başladı,
bir hafta kadar öksürdü ve yatağa düştü.Ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum,ama doktorlar
geldi;yazdılar ve gittiler.İlaçlar alındı ve bir takım kadınlar bunları ona içirdi.Elleri ateşliydi,
alnı yanıyordu,gözleri parlak ve üzgündü.Onunla konuştuğumda bana yanıt verdi,ama
ne dediğimizi hatırlamıyorum.Her şeyi unuttum;her şeyi,her şeyi! Öldü o öldü ve ben onun
ince,zayıf iç çekişini çok iyi hatırlıyorum.Hemşire:”Ah!dedi ve anladım,anladım!
Artık hiçbir şey bilmiyordum,hiçbir şey.”Eşiniz mi?”diyen bir papaz gördüm ve bana
sanki onu aşağılıyormuş gibi geldi.
Öldüğü için,artık hiç kimsenin bunu söylemeye hakkı yoktu ve papazı geri çevirdim.
çok nazik ve şefkatli bir başkası geldi ve benimle onun hakkında konuştuğunda,gözyaşla-
rına boğuldum.
Cenaze hakkında bana danıştılar,ama dediklerinin hiçbirini hatırlamıyorum,tabutu ve
onu tabutun içine çivilerken çekicin sesini anımsadığım halde.
Gömüldü!Gömüldü! O! O çukura! Birileri geldi... kadın arkadaşlar.Bir bahane uydurdum
ve kaçtım.Koştum ve sonra sokaklarda yürüdüm,eve gittim ve ertesi gün bir yolculuğa
başladım.
Dün Paris’e döndüm ve odamı yeniden gördüğümde-odamızı,yatağımızı,mobilyalarımızı,
ölümden sonra bir insanın yaşamından geriye kalan ne varsa her şeyi- öylesine vahşi
bir keder saldırısına uğradım ki,pencereyi açıp kendimi sokağa fırlatasım geldi.
Bu eşyalar arasında,onu içine almış ve korumuş olan,farkedilemez çatlaklarında onun,
derisinin ve nefesinin binlerce atomunu bulunduran duvarlar arasında daha fazla dura-
mazdım.Dışarı çıkmak için şapkamı aldım ve tam kapıya yaklaşırken,her gün dışarı çıkarken
kendine baştan aşağı bakabilmek,ufak çizmelerinden bonesine kadar,tuvaletinin,iyi görünüp
görünmediğini,yerinde ve güzel olup olmadığını görmek için oraya koyduğu büyük aynanın
önünden geçtim.
O kadar sık yansıdığı aynanın hemen önünde durdum.....o kadar sık,o kadar sık ki,
onun yansıması içine işlemiş olmalıydı.Gözlerim onu tamamen içeren ve onu benim kadar,
benim tutkulu bakışlarım kadar sahiplenen aynaya-o düz,derin,boş cama-takılmış halde,
titreyerek duruyordu.Sanki o aynaya aşık gibi hissettim kendimi.Dokundum,soğuktu.Ah,
hatıralar! Keder verici ayna! Ne mutlu kalbi içindeki her şeyi unutan,ondan önce geçen
her şeyi,orada kendine bakmış veya muhabbetinde,sevdasında yansımış her şeyi unutmuş
olan kişiye! Nasıl da acı çekiyorum.!
Bunu bilmeden,bunu istemeden çıktım ve mezarlığa gittim. Onun sade mezarını buldum.
Üzerinde şu sözler yazılı beyaz bir mermer haç:
Sevdi,sevildi ve öldü.
Orada,aşağıda,çürümüş! Ne korkunç! Alnımı toprağa yaslayıp ağladım ve orada uzun
bir süre durdum,uzun bir süre.Sonra havanın karardığını gördüm ve tuhaf,delice bir istek,
ümitsiz bir aşığın isteği,kavradı beni.Geceyi,son geceyi,mezarının üzerinde ağlayarak
geçirmek istedim.Ama görülür ve çıkartılırdım.Nasıl ayarlayacaktım? Kurnazlaştım ve
o ölüler kentinde dolaşmaya başladım.Yürüdüm de yürüdüm.Ne kadar da küçük bu kent
diğeriyle,içinde yaşadığımız şehirle karşılaştırıldığında.Yine de ölüler sayıca yaşayanlar-
dan ne kadar fazla.Aynı zamanda gün ışığını gören,pınarlardan su ve bağlardan şarap içen,
ovalardan ekmek yiyen dört kuşak için yüksek evlere,geniş caddelere ve daha fazla yere
ihtiyacımız var.
Ama ölülerin bütün kuşakları için,bize kadar inmiş olan o insanlık merdiveni için,
neredeyse hiçbir şeyi! Toprak onları alır ve unutulmuş onları yok eder.Elveda!
Aniden mezarlığın sonunda,en eski kısmında,uzun zamandır ölü olanların toprakla
karıştığı,haçların kendilerinin çürümüş olduğu muhtemelen yarın yeni gelenlerin konulacağı
kısmında olduğumu algıladım.Bakımsız güller,güçlü ve siyah selvilerle doluydu..insan etiyle
beslenen umutsuz ve güzel bir bahçe.
Yalnızdım,yapayalnız.Böylece yeşil bir ağacın altına çömeldim ve kendimi kalın ve koyu
renkli dalların arasında tamamen gizledim.Gemisi batmış birinin bir kalasa tutunması gibi,
bir ağaç gövdesine sarılarak bekledim.
Hava bir hayli karardığında sığınağımı terk ettim ve o ölü insanlarla dolu toprakta
yumuşak,yavaş ve sessizce yürüdüm.Uzun bir süre etrafta dolandım,ama onun mezarını
yeniden bulamadım.Kollarımı uzatıp,ellerim,ayaklarım,dizlerim,göğsüm ve hatta başımla
mezarlara çarparak,onunkini bulamadan ilerleyen,yolunu arayan kör bir adam gibi,el
yordamıyla yürüdüm.Ağaçlara,haçlara,demir çitlere,madeni çelenklere ve solmuş çiçek
demetlerine dokundum! İsimleri,parmaklarımı harflerin üzerinden geçirerek okudum.
Ne gece! Ne gece! Onu yeniden bulamıyordum.
Ay yoktu.Ne gece! İki mezar arasındaki o dar yollarda dehşet verici şekilde ürkmüştüm.
Mezarlar! Mezarlar!Mezarlar! Sadece mezarlar! Sağımda,solumda,önümde,çevremde,
her yerde mezar vardı.Birinin üzerine oturdum,çünkü daha fazla yürüyemeyecektim;
dizlerim öylesine güçsüzdü.Kalbimin atışını duyabiliyordum....ve başka bir şey daha duydum.
ne? Şaşırtıcı,isimsiz bir ses.Zifiri gecede mi,yoksa giz dolu toprakta,insan cesetleriyle
tohumlanmış toprakta mıydı? Etrafıma bakındım,ama orada ne kadar kaldığımı söyleyemem;
dehşet, soğuk ve korkuyla donup kalmıştım,bağırmaya hazır,ölmeye hazır bir şekilde.
Üzerinde oturduğum mermer parçası kıpırdıyormuş gibi geldi bana.Kesinlikle kıpırdıyordu.
yukarı kaldırılıyordu sanki.Yandaki mezarın üzerine sıçradım ve gördüm,evet,kesinlikle
daha demin terk ettiğim taşın yukarı kalktığını gördüm.Sonra ölü ortaya çıktı,çıplak bir
iskelet,eğik sırtıyla taşı yukarı itiyordu hava zifiri karanlık olduğu halde onu oldukça
net gördüm.Haçın üzerinde şöyle yazıyordu:
Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant yatmaktadır.Ailesini severdi,nazik
ve saygıdeğerdi ve Tanrı’nın lütfuyla öldü.
Ölü adam da mezartaşına yazılmış olanları okudu;sonra yoldan bir taş aldı,küçük,
sivri bir taş ve harfleri dikkatle kazımaya başladı.Bunları yavaşça yok etti ve gözlerindeki
boşluklarla kazınmış oldukları yere baktı.Sonra,bir zamanlar işaret parmağı olan kemiğin
ucuyla,oğlanların fosforlu bir kibritin ucuyla duvarlara çizdikleri satırlar gibi parlayan
harflerle şunları yazdı.:
Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant istirahat etmektedir.Zalimliğiyle
babasının ölümünü çabuklaştırdı,çünkü mirasına konmak istiyordu;karısına işkence
etti,çocuklarına acı çektirdi,komşularını aldattı,soyabildiği herkesi soydu ve sefil
bir şekilde öldü.”
Ölü adam yazmayı bitirince,yaptıklarına bakarak kıpırdamadan durdu.Arkama
dönünce bütün mezarların açılmış,içlerinden ölü bedenlerin çıkmış olduğunu ve hepsinin
mezartaşlarına akrabaları tarafından yazılmış olan satırları yok ederek,bunların yerine
gerçekleri yazdığını gördüm.Hepsinin komşularına acı çektiren....kötü niyetli,namussuz,
iki yüzlü,yalancı,çapkın,belalı,kıskanç insanlar olduklarını;çalmış dolandırmış,her türlü
onur kırıcı,her türlü iğrenç hareketi yapmış olduklarını gördüm;o iyi babaların,o sadık
eşlerin,o fedakar oğulların,o iffetli kızların,o dürüst tüccarların,ulaşılamaz denilen o
erkek ve kadınların.Hepsi aynı anda ebedi ikametgahlarının sınırında,yaşarken herkesin
habersiz olduğu veya habersizmiş gibi gözüktüğü gerçeği,korkunç ve kutsal gerçeği
yazıyorlardı.
Onun da mezartaşına birşeyle yazmış olması gerektiğini düşündüm;artık hiç korku
duymadan,yarı açık tabutlar arasında,cesetler ve iskeletler arasında koşarak,hemen
bulacağımdan emin bir şekilde,ona doğru gittim.Hemen tanıdım onu,sarılmış kumaşla kaplı
yüzünü görmeden de,ve kısa bir süre önce:
Sevdi,sevildi ve öldü.”
Kelimelerini okuduğum mezartaşında,şimdi şunları gördüm:
Yağmurlu bir gecede kocasını aldatarak sevgilisinin yanına gitti ve dönüşte
üşüttü,zatürree oldu ve öldü.”
Görünüşe göre beni,sabahleyin,mezarın üzerinde baygın yatarken bulmuşlar.
Yazar: Guy de Maupassant
Çeviren: Ayşe Gorbon

Korku Öyküleri Antolojisi isimli kitaptan seçilmiştir. 

GERDANLIK

GERDANLIK
Sanki bir kader hatası olarak bir memur ailesi arasında doğmuş olan o güzel ve
sevimli genç kızlardan biriydi.Drahoması yoktu,umudu yoktu,zengin ya da seçkin bir
erkek tarafından tanınma,anlaşılma,sevilme ve onunla evlenme olanağı yoktu.O da
Eğitim Bakanlığı’nda küçük bir memurla evlendi.
Süslenemediği için basitti;ancak sınıfı dışına düşmüş gibi de mutsuzdu.Kadınların
sosyal tabakaları,ırkları yoktur; zarafetleri,güzellikleri ve çekicilikleri onlarda aile ve
doğumun yerine geçer.Doğuştan gelen incelikleri,içgüdüsel zarafetleri,zeka kıvraklık-
ları onları tek soyluluklarıdır ve böylece bazı halk kızları büyük hanımefendilerin
eşiti olabilirler.
O ise kendini bütün inceliklere ve lükslere layık doğmuş hissettiğinden sürekli
ıstırap çekiyordu.Oturduğu dairenin yoksulluğundan,duvarların köhneliğinden,eskimiş
koltuklardan,solgun kumaşlardan hep bir sıkıntı içindeydi.Kendi durumunda olan
başka bir kadının fark edemeyeceği bu şeyler ona işkence oluyor,öfke uyandırıyordu.
Bu alçakgönüllü evi mümkün kılan o ufak tefek Brötanyalı,kendisinde hüzünlü pişman-
lıklar ve çılgıncasına hayaller uyandırıyordu.Duvarlarından Doğu işi halılar sarkan,
yükseklere asılı bronz şamdanlarla aydınlanan sakin odalar hayal ediyordu.Kısa pantolonlu
iri yarı uşak kaloriferlerin ağırlaştırdığı havada geniş koltuklarda uyuklamaktaydılar.
Kadın eski brokalarla döşeli büyük salonlar,paha biçilmez öteberiyi barındıran zarif
Dolaplar,en yakın dostlarla,bütün kadınların ilgilerini çekmek için yarıştığı erkeklerle
sohbetler için düzenlenmiş,koketçe parfümlenmiş odalar hayal ediyordu.
Sofra örtüsünün üç gündür kullanılmakta olduğu yuvarlak masaya, kocasının
karşısına oturup da kocası kasenin kapağını kaldırarak.”Oh yaşasın! Haşlama.Bundan
daha nefis yemek olamaz!” deyince,zarif davetleri,parıldayan gümüşleri,duvarlara gerili
halılarda orman perileri arasında nadide kuşları ve eski zamanın insanlarını,şahane
tabaklar içinde sunulan lezzetli yiyecekleri,bir alabalığın pembe eti ya da bir tavuğun
kanadı yenirken mırıldanılan iltifatları bir sfenk gülümsemesiyle dinlediğini düşünürdü.
Ne tuvaleti vardı,ne de mücevherleri.Ve sevdiği sadece bunlardı.Onlar için yaratılmış
olduğuna inanıyordu.Günlerce üzüntüden ,pişmanlıktan,umutsuzluktan ve düş kırıklığından
ağladı durdu.
Kocası bir akşam elinde iri bir zarfla çıkageldi.
Al bakalım,bu sana,”dedi.
Kadın zarfı aceleyle yırtıp üzerinde şunlar yazılı bir kart çıkardı.
Eğitimi Bakanı ve Bayan George Ramponneau Bakanlık Konağı’nda 18 0cakta
verilecek daveti Bay ve Bayan Loisel’in şereflendirmelerini rica eder.
Kadın kocasının umduğu gibi sevinecek yerde davetiyeyi öfkeyle masanın
üzerine fırlattı.
Bunu ne yapmamı istiyorsun?”
Ama sevgilim,ben senin memnun olacağını düşünmüştüm.Hiç dışarı çıkmıyorsun,
bu ise güzel bir fırsat işte.Davetiyeyi elde edene kadar çok uğraştım.Çok seçkin olduğu
için herkes istiyordu ve personele fazla verilmiyordu.Orada tüm resmi kişileri göreceksin.
Kadın sinirli bakışlarla kocasını süzdü.
Sence böyle bir yere gitmem için ne giymem gerekir?”
Adam bunu düşünememişti.
Tiyatroya gittiğimiz zaman giydiğin elbiseyi giyersin,”diye kekeledi.”Bence çok da
yakışıyor sana...”
Karısının aniden ağlamaya başladığını görünce birden aptallaşıp susuverdi.Kadının
gözlerinin kenarlarından iki iri damla ağzının kenarlarına süzüldü.
Ne oldu?”diye kekeledi kocası,”Ne oldu, söylesene.”
Kadın öfkesini güçlükle tutup ıslak yanaklarını silerek sakin bir sesle yanıtladı kocasını.
Hiç.Elbisem yok ve bu nedenle o davete gidemem.Davetiyeyi benden daha güzel
giysilere sahip karısı olan bir arkadaşına ver.”
Adam çok üzülmüştü.
Bak,Matilda.Uygun bir elbise kaç paradır? Basit ve başka bir yerlere giyebileceğin
bir şey?”
Kadın bir an düşündü,kafasından hesaplar yapıp tutumlu kocasından derhal bir
retle karşılaşmadan isteyebileceği bir rakam düşündü.
Sonunda titrek bir sesle,”Tam olarak bilemeyeceğim;ana dört yüz frank yeter sanırım”
dedi.
Kocası hafifçe sararmıştı; gelecek yaz Nanterre Ovası’nda Pazar günleri avlanmaya
Giden arkadaşlarına katılmak için bir tüfek almak üzere yaklaşık o kadar bir para
biriktirmişti.
Balo günü yaklaştıkça bayan Loisel de üzgün ve huzursuz görünüyordu.
Elbisesi hemen hemen tamamlanmıştı.Bir akşam kocası,”Senin neyin var?”diye sordu.
İki üç gündür bir garipliğin var”
Bir mücevherimin olmaması canımı sıkıyor,”dedi kadın.”Bir tek taşım,kendimi
süsleyebileceğim hiçbir şeyim yok.Üzerimden yoksulluk akacak.Bu davete gitmesem
daha iyi olacak.”
Çiçek takarsın,”dedi kocası.”Bu mevsim gayet şık olur.On franga iki üç tane
şahane gül alabilirsin.”
Ama kadın tatmin olmuş değildi.”Zengin kadınların arasında pejmürde görünmekten
daha aşağılayıcı bir şey olamaz,”dedi.
Ne kadar da aptalız!”diye kocası bağırdı birden.”Gidip arkadaşın Bayan Forostier’den
sana mücevherlerini ödünç vermesini istesene.Bunu yapabilecek kadar iyi dostsun onunla.”
Kadın buna çok sevinmişti.”Doğru”dedi.”Bu aklıma gelmemişti doğrusu.”
Ertesi gün arkadaşının evine gidip sıkıntısını anlattı.Bayan Forestier aynalı
dolabından aldığı büyük mücevher kutusunu açarak”İstediğini seç,canım,”dedi.
Kadın önce bileziklere,sonra inci gerdanlığa,daha sonra elmaslarla işlenmiş altın
Venedik haçına baktı.Mücevherleri ayna önünde denedi,duraksadı,ama bir karara varamadı.
Başka yok mu ?”diye sordu.
Var elbette.Al kendin bak.Hangisinden hoşlanacağını bilemem ki.”
Kadın siyah saten bir kutuda elmas bir gerdanlık bulunca kalbi çılgın bir arzuyla çarpmaya
başladı.Gerdanlığı alırken eli titriyordu.Gerdanlığı boynuna tutup baktı ve kendinden
geçmişçesine öylece kalakaldı aynanın karşısında.Sonra heyecan dolu bir sesle sordu:
Bana bunu sadece bunu verebilir misin?”
Elbette.”
Kadın arkadaşının boynuna sarıldı,onu coşkuyla kucakladı,sonra hazinesini alıp gitti.
Balo günü gelmişti.Bayan Loisel çok başarılıydı.Bütün kadınların en güzeli,
en zarifi,en neşelisi oydu.Bütün erkekler kendisini fark ettiler,adını sordular,onunla
tanışmak istediler.Bütün kabine üyeleri onunla vals yapmak istediler.Eğitim bakanı
bile bir süre kendisiyle meşgul oldu.
Kadın güzelliğinin zaferi,başarısının görkemi içinde hiçbir şey düşünmeden,
zevkten sarhoş olmuş bir halde,büyük bir heves ve tutkuyla dans ediyordu.Bütün bu
hayranlık, bu uyanmış arzular,kadınlara o kadar mutlak ve tatlı gelen bu zafer,bir
mutluluk bulutuyla sarmıştı çevresini.
Sabah saat dörde doğru evlerine döndüler.Kocası gece yarısından beri eşleri
büyük bir keyifle eğlenen üç beyefendiyle birlikte küçük salonlardan birinde kestirmişti.
Bay Loisel dönüşte omuzlarını örtmek için getirdikleri mantoyu,o gündelik giysiyi
yoksulluğu balo tuvaletiyle çelişen kumaş parçasını karısının sırtına attı.Kadın bunu
hissediyor ve zengin kürklere sarınan diğer kadınların kendisini görmemeleri için acele
etmek istiyordu.
Dur biraz,”dedi Loisel.”Dışarda üşütürsün.Bir taksi çağıracağım.”
ama kadın onu dinlemeyerek hızlı adımlarla merdivenlerden aşağı indi.Sokağa çıkınca
araba bulamadılar ve aramak için titreyerek Seine’doğru yürüdüler.Sonunda rıhtımda
Paris’te sanki gündüzleri sefaletlerinden utanıyorlarmış gibi geceleri ortaya çıkan o eski
kupa arabalarından birini gördüler.
Araba kendilerini Martyr Sokağı’ndaki evlerinin önüne kadar getirdi ve yorgun
adımlarla dairelerine çıktılar.Kadın için her şey sona ermişti.Adam ise saat onda bakan-
lıkta bulunması gerektiğini düşünüyordu.
Kadın ayna önünde mantosunu çıkararak bütün o görkemini son bir kere daha
Görmek istedi.Ancak birden bir çığlık kopardı.Gerdanlık boynunda değildi.
Yarı yarıya soyunmuş olan kocası,”Ne oldu?”diye sordu.
Kadın heyecanla erkeğe döndü.
Bayan Forostier’in gerdanlığı boynumda değil.”
Ne! Nasıl olur? Mümkün değil.”
Elbisenin ve montonun kıvrımlarına baktılar,ceplerine baktılar, ama bulamadılar.
Balodan ayrılırken boynunda olduğundan emin misin?”
Evet,holde elimi sürdüğümü hatırlıyorum.”
Sokakta düşürmüş olsaydın sesini duyardık.Herhalde arabada düşmüştür.”
Herhalde.Numarasını almış mıydın?”
Hayır.Ya sen nasıl bir araba olduğuna dikkat etmiş miydin?”
Hayır.”
Her ikisi de yıkılmış bir halde birbirlerine baktılar.Loisel tekrar giyindi.
Ben yürüdüğümüz yerlere bir kere daha bakacağım,”dedi.
Kocası gidince yatağa gidecek gücü kalmayan Bayan Loisel üzerinde tuvaleti
olduğu halde hiçbir şey düşünemeden bir sandalyeye çöktü.
Kocası saat yediye doğru döndü.Hiçbir şey bulamamıştı.
Sabah polise ve araba şirketlerine gitti,gazetelere bir ödül vaat eden ilanlar
verdi.Kendilerine bir umut sağlayacak her şeyi yaptı.
Kadın bu müthiş felaketten,düştüğü şaşkınlıktan hiç çıkmadan bütün gün bekledi.
Loisel solgun bir yüzle akşam döndü;hiçbir şey bulamamıştı.
Arkadaşına bir mektup yazıp gerdanlığın klipsinin kırıldığını ve tamir ettireceğini
bildir.Bu bize biraz zaman kazandırır.”
Kadın kocasının dediğini yaptı.
Bir hafta sonra artık bütün umutlarını kaybetmişlerdi.Karısından beş yaş daha
büyük olan Loisel”Bu gerdanlığın yerine bir başkasını vermek gerekiyor,”dedi.
Ertesi gün gerdanlığın kutusunu içinde adı yazan kuyumcuya götürdüler.Kuyumcu
defterleri karıştırdı.
Bu gerdanlığı ben satmadım,hanımefendi,”dedi.”Ben sadece kutuyu satmıştım.”
Kuyumcu kuyumcu dolaşıp gerdanlığın bir eşini aramaya koyuldular.
Palais-Royal’de bir mağazada kaybettiklerine tıpatıp benzediğine inandıkları bir
tane buldular.Kırk bin franka satılıyordu.Ama kuyumcu kendilerine otuz altı bin franka
verebilecekti.
Kuyumcuya üç gün içinde kimseye satmaması için yalvardılar.Gerçeğini şubat
Sonuna kadar buldukları takdirde kuyumcu gerdanlığı otuz dört bin franga geri alacaktı.
Loisel’in babasından kalan on sekiz bin frangı vardı. Gerisini borç aldı.
Parayı birinden bin,birinden beş yüz frank,bir diğerinden beş louis,ötekinden
Üç louis isteyerek denkleştirmişti.Herkese senet veriyor,tefecilerden borç alıyordu.
Karşılığını ödeyip ödeyemeyeceğini bilemeden senetler verdi,imzalar attı ve sonunda
Otuz altı bin frangı verip gerdanlığı aldı.
Bayan Loisel gerdanlığı Bayan Forestier’e iade edince kadın buz gibi bir sesle,
Daha önce getirmeliydin,ihtiyacım olabilirdi,”dedi.
Kadın arkadaşının korktuğu gibi kutuyu açmamıştı.Eğer gerdanlığın değiştirildiğini
anlarsa kim bilir ne düşünecekti? Ne diyecekti?Onu hırsız sanmaz mıydı?
Bayan Loisel artık yoksulluğun ne demek olduğunu anlıyordu.Ancak kendisi
Cesaretle üzerine düşeni yapmaktaydı.Bu korkunç borcu ödemek gerekliydi.Ödeyecekti de.
Hizmetçilerini gönderdiler,evlerinden taşınıp bir çatı arasına yerleştiler.
Kadın evin ağır işlerini,bir mutfakta çalışmanın ne demek olduğunu öğrendi.Bulaşıkları
Yıkıyor,pembe tırnaklarıyla yağlı tencerelerin ve tavaların diplerini kazıyordu.
Kirli çamaşırları yıkayıp kuruması için ipe asıyor,her sabah çöpü sokağa indirip
Yukarı su taşıyor,yorgunluktan her katta soluklanmak için durmak zorunda kalıyordu.
Ve halktan biri gibi bakkala,kasaba,manava gidiyor,her metelik için kıyasıya pazarlık
ediyordu.Her ay senetlerden bazıları yenilenerek zaman kazanılıyor,bir kısmı da
deniyordu.
Kocası akşamları çalışıyor,bazı tüccarların defterlerini tutuyor,geceleri de
sayfası beş meteliğe kopya çekiyordu.
Ve bu yaşam on yıl sürdü.
On yıl sonra tefecilerin faizleriyle birlikte bütün borçlarını ödemişlerdi.
Bayan Loisel artık yaşlanmış gibiydi.Güçlü ve haşin bir kadın,yoksul evlerin
o kaba saba kadınlarından biri olmuştu.Tarak yüzü görmemiş saçları,çarpık eteği,kı-
zarmış elleri vardı;bağıra bağıra konuşuyor,kova kova suyla döşeme tahtalarını yıkıyordu.
Ama kimi zamanlar kocası işteyken pencere önünde oturur, o eski günlerin balosunu
o kadar güzel olup iltifatlara boğulduğu o baloyu düşünürdü.
Gerdanlığı kaybetmeseydi nasıl olurdu acaba? Kim bilir? Yaşam ne kadar garip ve
ne kadar değişikliklerle doluydu!Basit bir şey nasıl bir insanı kurtarıyor ya da mahvediyordu.!
Bayan Loisel bir Pazar günü haftanın sıkıntılarını unutmak için Champs-Elysee’de
dolaşırken birden çocuğunu gezdiren bir kadın gördü.Bu, hala genç,hala güzel ve çekici
olan Bayan Forestier’di.Bayan Loisel duraksadı.Onunla konuşmalı mıydı? Evet,konuşacaktı.
Artık borçlarını ödediğine göre ona herşeyi anlatacaktı.Neden anlatmasındı ki?
Kadına yaklaştı.”Günaydın,Jeanne.”
Arkadaşı kendisini tanıyamamış,böyle halktan birinin kendisine teklifsizce hitap
Etmesine şaşırmıştı.
Ama hanımefendi...ben sizi tanımıyorum..bir yanlışlık olacak..”diye kekeledi.
Yanlışlık yok,ben Matilda Loisel’im.”
Arkadaşı bir çığlık attı.”Vah benim zavallı Matilda’cığım!Ne kadar değişmişsin..”
Evet,seni son gördüğümden bu yana çok güç günler geçirdim.Çok kötü günler.
Ve hep senin yüzünden...”
Benim yüzümden mi?Nasıl?”
Bakanın balosundan takmam için verdiğin o gerdanlığı hatırlıyor musun?”
Evet,gayet iyi hatırlıyorum.”
Onu kaybetmiştim.”
Nasıl olur?Bana iade ettin ya.”
Sana onun tıpatıp eşi olan bir tane iade ettim.Ve bedelini ödememiz tam on
yılımızı aldı.Hiçbir şeyi olmayan bizler için bunun kolay olmadığını tahmin edebilirsin.
Ama borçlar ödendi artık ve şimdi çok memnunum”
Bayan Forester durakladı.
Yani benimkinin yerine elmas bir gerdanlık mı satın aldığını söylemek istiyorsun?”
Evet.Demek fark etmemiştin?Birbirlerine çok benziyorlardı.”
Ve Bayan Loisel gurur ve sevinçle gülümsedi.Bayan Forestier pek üzgün bir
Tavırla eski arkadaşının ellerini avuçları arasına aldı.
Vah zavallı Matildacığım!Benimki sahteydi.Beş yüz frank bile etmezdi!”
GUY DE MAUPASSANT
Milli Eğitim Bakanlığı

Seçme Hikayeler

SON YAPRAK

SON YAPRAK
Washington Meydanı’nın batısında küçük bir bölgede sokaklar iyice karma
şıklaşıp,”mahalleler” denilen şeritler halinde küçük bölümlere ayrılmışlardır.Bu
mahalleler” garip köşeler ve virajlar yaparlar.Bir sokak, kendisini bir veya iki kez
keser.Bir keresinde bir sanatçı bu sokakta kayda değer bir olanak keşfetmişti. Boya
kağıt ve tuval faturalarıyla bu yolu kat eden bir tahsildarın, bir sent bile alamadan
kendisini yine aynı yerde bulduğunu düşünün.
Bu yüzden bu tuhaf eski Greenwich köyüne,kuzeye bakan pencereleri,XVIII.
Yüzyıla özgü sivri tepelikleri, Hollanda tarzı tavan arası odaları ve düşük kiraları
avlamak için çok geçmeden sanatçılar akın akın geldiler.Sonra da,Altıncı Cadde’den
madeni bardak,tabak, çanak getirterek “koloni” haline geldiler.
Tuğladan yapılmış üç katlı bodur bir binanın en üstünde Sue ve Johnsy’nin
Stüdyosu vardı.”Johnsy” “Joanna” isminin kısaltmasıydı.Kızlardan biri Maine’den
diğeri ise California’dandı.Sekizinci Cadde’de “Delmonico”nun yerinde tanışmışlar,
Sanat,hindibsalatası ve piskopos kollukları hakkındaki zevklerinin öylesine uyuştuğu
nu görmüşlerdi ki,sonunda bu müşterek stüdyo meydana gelmişti.
Mayısta olmuştu bu.Kasım ayında doktorların”zatürree”adını verdikleri soğuk,
görünmez bir yabancı buz gibi parmaklarını oraya buraya dokundurarak sinsice
koloni”nin içine daldı.Bu azrail,doğu yakasında arsızca dolaşarak pek çok sayıda
kurbanına darbe indirdi,ama dar ve yosun tutmuş “mahalleler”labirentine gelince
adımları yavaşladı.
Bay zatürree,şövalye gibi yaşlı bir centilmen diyebileceğiniz birisi değildi.
kanı California meltemiyle cılızlamış ufak tefek bir kadının kenesi,bu kırmızı yumruk
lu,kısık soluklu yaşlı ahmak için iyi bir av sayılmazdı.Fakat Johnsy’e tokadını attı;bo
yalı demir karyolasında zorla kımıldayarak yatıyor,Hollanda tarzı küçük pencereden
yandaki tuğla binanın boş duvarına bakıyordu.
Bir sabah Johnsy ile ilgilenen doktor,Sue’yu, kırlaşmış kalın kaşları ile hole
çağırdı.
Onda bir şansı var”dedi hasta termometresindeki civayı aşağı silkelerken.
Ve bu şans da onun yaşamak istemesine bağlı.İnsanlar bu şekilde mezarcının yanında
sıraya girdiklerinde de tüm ilaç tedavileri saçma görünüyor.Sizin küçük hanım da
iyileşmeyeceğini koymuş kafasına.Kafasında herhangi bir şey var mı?”
Bir gün Napoli Körfezi’nin resmini yapmak istiyordu.”dedi,Sue.
Resim mi? Saçmalık! İki kez düşünmeye değer başka bir şey yok mu aklında,bir
erkek örneğin?”
Bir erkek mi?”dedi Sue,ağız mızıkasının tıngırtısına benzer bir sesle.”Bir erkek
değer mi,ama,hayır doktor,böyle bir şey yok.”
Peki,zayıf nokta bu öyleyse” dedi doktor.”Çabalarım işe yaradığı ölçüde,
tıbbın başarabileceği her şeyi yapacağım.Ama hastam,cenaze törenindeki arabaların
sayısını hesaplamaya başladığı zaman ilaçların iyileştirici gücünden yüzde on oranında
düşeceğim.Ancak onun ,yeni kışlık pelerinlerin kollarının stilleri üzerine bir soru
sormasını sağlarsanız,yaşama şansının onda bir yerine beşte bir olacağını size vaat
ederim.”
Doktor çıkıp gittikten sonra Sue, çalışma salonuna geçti ve mendili sırılsıklam
oluncaya dek uzun uzun ağladı.Sonra elinde bir resim tahtasıyla,bir melodi ıslıklaya
rak Johnsy’nin odasına geçti.
Johnsy,yüzü pencereye dönük,örtüsünün altında hemen hemen hiç kıpırdamadan
yatıyordu.Sue uyumuş olduğunu düşünerek,ıslık çalmayı kesti. Resim tahtasını yerleş
tirdi ve bir magazin öyküsünü resimlemeye başladı.Genç yazarların edebiyat yolunda
yazmaya başlamaları gibi,genç sanatçılar da,magazin öykülerini resimleyerek sanata
doğru yollarını açmak zorundadırlar.
İdaholu bir kovboy figürü üzerine şık bir binici pantolonu ve bir monokl çizerken
Sue,birkaç kez yinelenen zayıf bir ses işitti.Hemen kalkıp yatağın başına gitti.
Johnsy’nin gözleri faltaşı gibi açılmıştı.Pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu,
On iki” dedi ve az sonra “on bir” ve sonra”on” ve “dokuz” ve sonra hemen arka
arkaya “sekiz” ve “yedi” Sue merakla pencereden dışarıya baktı.Sayılacak ne vardı
acaba?Girilecek bir tek kasvetli avlu vardı,bir de yirmi ayak ötedeki tuğla binanın boş
duvarı,kökleri çürümüş ve yumru yumru olmuş yaşlı,çok yaşlı bir frenk elması sarma
şığı, tuğla duvarın yarısına kadar yükseliyordu.Sonbaharın soğuk nefesi sarmaşığın
yapraklarını dökmüştü, hemen hemen çıplak iskelete dönen çıplak dallar, harap haldeki
tuğlalara katılmış duruyorlardı.
Ne var canım? Diye sordu Sue.
Altı” dedi Johnsy adeta fısıldayarak.”Daha hızlı düşüyorlar artık.Üç gün önce hemen
hemen yüz tane vardı.Onları saymak başımı ağrıttı.Ama artık kolay,işte bir tanesi daha
gidiyor.Sadece beş tane kaldı şimdi.”
Beş tane ne, canım? Söyle bana.
Yapraklar,sarmaşığın üzerindeki yapraklar.Sonunda gittiğinde ben de gitmeliyim
Üç gündür biliyorum bunu.Doktor sana söylemedi mi?”
Offf! Böyle bir saçmalık duymadım hiç” diye yakındı Sue, büyük bir küçümsemeyle
Yaşlı sarmaşık yapraklarıyle senin iyileşmenin ne ilgisi var? Oysa o sarmaşığı da
ne çok severdin,seni gidi yaramaz kız.Budala olma.Bu sabah doktor bana,pek yakında
iyileşme şansının,dur bakayım tam tamına ne demişti,bire on olduğunu söyledi!
New York’ta tramvayla yolculuk yaparken veya yeni bir binanın önünden geçerken ki
şansımız kadar iyi bu. Haydi, biraz çorba içmeye çalış,bırak,Sue de resimlerinin başına
dönsün ki,yayıncıya bunları satıp hasta çocuğuna şarap,açgözlü kendisine de domuz
pirzolası alsın.”
Artık şarap almana gerek yok”dedi,Johnsy,gözleri pencereden dışarıya sabitlen
miş bir şekilde.”İşte bir tane daha gidiyor.Hayır,çorba falan istemiyorum.Geriye yalnızca
dört tane kaldı.Ortalık kararmadan sonuncunun da düşmesini görmek istiyorum.O zaman
bende gideceğim.”
Johnsy,canım”dedi Sue ona doğru eğilerek,”Ben işimi bitirinceye kadar gözlerini
kapatıp pencereden dışarıya bakmayacağına söz verir misin? Bu resimleri yarın vermek
zorundayım.Işığa ihtiyacım var,yoksa perdeyi derhal kapatırdım.”
Diğer odada çizemez misin?”dedi johnsy,soğuk bir sesle.
Burada,senin yanında olmayı tercih ederim.” Dedi.Sue”Ayrıca senin şu saçma sarma-
şık yapraklarına bakıp durmanı istemiyorum.”
İşini bitirir bitirmez bana haber ver “dedi Johnsy,gözlerini kapayarak devrilmiş
bir heykel gibi kımıltısız bembeyaz yattı.”Çünkü sonuncunun düşüşünü görmek istiyorum.
bakmaktan bıktım.Düşünmekten bıktım.Her şeyden elimi eteğimi çekip şu yorgun
yaprakların bir teki gibi uçuşarak düşmek istiyorum.”
Uyumaya çalış”dedi Sue.”İhtiyar madenci olarak bana modellik yapması için
Behramı çağırmalıyım.Bir dakika içinde dönerim.Dönünceye kadar sakın yerinden
kımıldama.”
İhtiyar Behrman,zemin katta oturan bir ressamdı.Altmışını geçmişti ve Michael
Angelo’nunki gibi,bir satirin başından küçük bir şeytanın bedenine doğru kıvrılarak
inen sakalı vardı.Behrman sanatta başarısızdı.Kırk yıldan fazla fırça salladığı halde
ustasının tırnağı bile olamamıştı.Hep bir baş yapıt yapmaya çalışmış, fakat daha hiç
başlayamamıştı.Birkaç yıl,ara sıra çıkan ticari resim veya reklam resimlerinden başka
hiçbir şey yapmadı.Profesyonel modele ödeyecek paraları olmayan kolonideki genç
ressamlara modellik yaparak biraz para kazanıyordu.Çok fazla cin içer ve hala müstak-
bel yapıtından bahsederdi.Diğer yandan,herhangi birinin yumuşaklığını aşağılayan aksi
bir ihtiyardı ve kendisini,yukarıdaki stüdyoda oturan iki genç ressamı korumak için
bekleyen özel bir köpek olarak görürdü.
Sue,Behrman’ı aşağıdaki loş ışıklı küçük odasında ardıç yemişlerini güçlü bir şekilde
koklarken buldu.Bir köşede,şövalye üzerinde yirmibeş yıldan beri başyapıtın ilk çiz-
gisini bekleyen boş bir tuval bekliyordu.Sue Johnsy’nin hayalinden bahsetti ona ve
dünya ile ilgisi gitgide zayıflayınca, bir yaprak gibi zayıf ve kırılgan,süzülüp gitmesinden
nasıl endişe duyduğunu söyledi.
Kırmızı gözlerinden ince ince yaşlar süzülürken,ihtiyar Behrman,böyle deli saçması
hayallerle alay ederek ve küçümseyerek bağırdı.
Nee!” diye çığlık attı.”Allah’ın cezası bir sarmaşıktan yapraklar düşüyor diye
ölecek kadar aptal insanlar var mı dünyada? Böyle bir şey duymadım ben.Yoo,senin
kalın kafalı aptalın için modellik yapmam.Böyle bir saçmalığın kafasına girmesine
nasıl izin veriyorsun?Ah,zavallı küçük bayan Johnsy.”
Çok hasta ve zayıf” dedi Sue,”Şiddetli ateş kafasını bozdu ve garip hayallerle
doldurdu.Peki,Bay Behrman,mademki bana modellik yapmak istemiyorsunuz,öyle olsun
Ama siz iğrenç derecede yaşlı bir gevezesiniz.”
Tam da kadın gibisiniz!”diye haykırdı Behrman.”Poz vermeyeceğimi de kim söyledi?
Haydi.Seninle geliyorum.Yarım saattir poz vermeye hazır olduğumu söylemeye çalışı-
yorum.Tanrım! Bayan Johnsy gibi iyi birinin hasta olacağı bir yer değil burası.Bir gün
bir baş yapıt resmedeceğim ve o zaman hepimiz çekip gideceğiz buradan.Tanrım.Evet.
Üst kata çıktıklarında Johnsy uyuyordu.Sue perdeyi eşiğe kadar indirdi ve
Behrman’ı diğer odaya aldı.Orada korku içinde pencereden dışarıya,sarmaşığa doğru
baktılar.Sonra bir an konuşmadan bakıştılar.Karla karışık,durmadan,soğuk bir yağmur
yağıyordu.Behrman sırtında mavi gömleğiyle,kaya üzerine ters çevrilmiş bir kazan
üzerinde bir madenci gibi yerini aldı.
Ertesi sabah,bir saatlik uykudan uyandığında Sue Johnsy’i ardına kadar açık,donuk
gözlerle,kapalı olan yeşil perdeye bakarken buldu.
Aç şunu,görmek istiyorum.”diye buyurdu fısıltıyla.
Canından bezmiş bir şekilde boyun eğdi Sue. Fakat, hayret! Bütün gece boyunca vuran
yağmurdan ve şiddetli rüzgardan sonra tek bir sarmaşık yaprağı,tuğla duvarın önünde
hala duruyordu.Sarmaşığın üstündeki son yapraktı bu.Sapına doğru koyu yeşildi hala,
Ama çürüyüşün ve dağılışın rengi sarıya çalan tırtıklı kenarlaıyla,yerden yaklaşık yirmi
ayak yükseklikteki bir dalda cesur bir biçimde asılı duruyordu.
Sonuncusu”dedi Johnsy.”Geceleyin kesinlikle düşeceğini sanmıştım.Rüzgarı duydum
bugün düşecek ve aynı zamanda ben de öleceğim.”
Canım,canım!dedi Sue,yorgun yüzünü yastığa doğru eğerek.”Kendini düşünmüyorsan
beni düşün.Ben ne yaparım sonra?
Ama Johnsy yanıt vermedi.Dünyada en yalnız ve sıkıntılı şey,bir ruhun gizemli
uzun yolculuğuna hazırlanmasıdır.Kendisini dostluğa ve dünyaya bağlayan bağlar teker
teker zayıfladıkça,aklındaki hayal gittikçe daha güçlü sarıyordu onu.
Gün devrildi,ama alacakaranlıkta bile,tek yaprağın duvarın önünde ve sapına tutun-
muş olduğunu görebiliyorlardı.Ve sonra gecenin ilerlemesiyle kuzey rüzgarı hafifledi
yine,yağmur ise hala pencerelere vuruyor,alçak Hollanda saçaklarından yere pıtırtılar
çıkartarak düşüyordu.
Ortalık yeterince ağarınca,Johnsy acımasızca perdenin açılmasını emretti.
Sarmaşık yaprağı hala duruyordu.
Johnsy,yattığı yerden uzun süre ona baktı.Sonra da,gaz ocağında tavuk suyu çorba-
sını karıştırmakta olan Sue’yu çağırdı.
Kötü bir kız gibi davrandım Sue”dedi.Johnsy.”Ne kadar kötü olduğumu
göstermek için bir şey ,o son yaprağı orada düşürmeden bıraktı.Şimdi bana birazcık
çorba getirebilirsin ve biraz da içinde azıcık şarap olan süt,yoo,önce bir el aynası getir
bana,sonra da sırtıma birkaç yastık koy ki,oturup yemek yapışını seyredeyim.”
Bir saat sonra;
Sue, bir gün Napoli Körfezi’nin resmini yapmayı umuyorum”dedi.
Öğleden sonra doktor geldi ve giderken ,Sue,bir bahane uydurup,arkasından hole çıktı.
Şanslar eşit”dedi doktor,Sue’nun titreyen narin ellerini tutarak.
İyi bir bakımla kazanırsınız.Şimdi de aşağıda başka bir hastaya uğramam gerek.
Adı Behrman,kötü bir sanatçı sanırım. O da Zatürree.Yaşlı,zayıf bir adam ve hastalığı
da ağır.Hiç umut yok onun için,ama daha rahat olmak için hastaneye gidiyor bugün.”
Ertesi gün doktor,Sue’ya “Johnsy tehlikeyi atlattı.Kazandınız.Şimdi artık beslenme
ve bakım,hepsi bu” dedi.
Öğleden sonra Sue,kendinden memnun bir edayla,tamamen işe yaramaz mavi bir omuz
atkısı örerek uzanan Johnsy’nin yatağına yaklaştı ve yastıklarla birlikte onu kucaklayarak
Sana söyleyecek bir şeyim var beyaz farem”dedi.”Bugün Bay Behrman hastanede
zatürreeden öldü.Sadece iki gündür hastaydı.Kapıcı,ilk günün sabahı,onu aşağıda odasında
acıdan çaresiz bir halde bulmuş.Ayakkabıları ve giysileri baştan aşağı sırılsıklam ve buz
gibiymiş.Öylesine korkunç bir gecede nerelerde olduğunu anlayamamışlar.Sonra da hala
yanmakta olan bir fener,yerinden çekilmiş bir merdiven,birkaç fırça ile,üzerinde yeşil
ve sarı renklerin karıştırıldığı bir palet bulmuşlar.Pencereden dışarıya bak canım,duvardaki
son sarmaşık yaprağına.Rüzgar estikçe niye hiç sallanmadığını veya kıpırdamadığını
merak etmedin mi?
Ah,sevgilim,Behrman’ın başyapıtı o.Son yaprağın düştüğü gece onu o boyamış oraya..”
O.Henry
Son Yaprak

Hikayeler Mili Eğt.Bak.