Guy de Maupassant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Guy de Maupassant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2015 Salı

TAMİR EDİLEMEZ HATA


TAMİR EDİLEMEZ HATA
İki eski okul ve mahalle arkadaşı Raymond ve Maltit seneler sonra yolda karşılaştılar.Özlemlerini giderip sohbet etmek üzere bir tatlıcıya girdiler.Maltit bir evlilik yapmış ve bundan ötürü de mutluydu.Raymond aksine mutsuzdu.Şimdi öyküyü dikkatlice takip ediniz.
İki eski dost dertleşirken caddeden,tam vitrinin önünden kibar giyimli bir adam geçiyordu.Maltit’i görünce durdu,şapkasını çıkararak genç kadını selamladı.Maltit,”Eşimin bir arkadaşı “ dedi,”bana bir dakika izin verir misin?”
“Hay hay”
Dışarıya çıktı,ayaküstü konuşmaya konuşmaya daldılar.Bir dakika,beş dakika,on dakika..Konuşmaları bitmek bilmiyordu bir türlü.İçeriye girince arkadaşından özür diledi ve “Eşime ait bir sorundu” dedi,”Kendisi avukattır,seni yalnız bıraktığım için affet beni.
Raymond saatine baktı:
“Ben de” dedi,”Senden beş dakika izin istesem.İlaçlarım hazır olmuştur herhalde,parasını vermiştim bir solukta gider gelirim.”
“Tabii tabii beklerim güzelim”
Maltit yalnız kalınca yiyip içtikleri şeylerin parasını vermeyi düşüncü.Çantasını açtı,hayretle durdu.Evden çıkarken eşinden bin frank istediğini,bu parayı çantasına koyduğunu anımsıyordu.Çantanın içini alt üst etti.Mendil,pudriyer,ayna,küçük para cüzdanı,anahtarlık hepsi yerli yerinde,ama bin franklık banknot yoktu.Aklına gelen kötü şeyi kavramak ister gibi elini terleyen alnında gezdirdi.Demin eşinin arkadaşıyla dışarıda konuşurken acaba Raymond?...Hayır,hayır,Raymond böyle bir şey yapmazdı;Raymond bu kadar alçalamazdı,bir hırsız olamazdı,hayır hayır…Ama içine kurt düşmüştü bir kez…Raymond’un çantası orada,kendi çantasının yanında duruyordu.Titreyen elini uzattı,çantayı alıp açtı,bin franklık banknot oradaydı.
O an için duyduğu acıyı,çarpıldığı derin düş kırıklığını ömür boyu unutamayacaktı.Arkadaşına karşı beslediği sevgi,sonsuz güven birdenbire yıkılmıştı;onun tarafından bu kadar haince,dolandırılmış olmak pek ağrına gitti.
Parayı aldı,hesap pusulasını ödedi,garsona,”Arkadaşım karşı eczaneye gitti” dedi,”Çantası şu,dönünce kendisine verirsiniz.Beni soracak olursa acele bir işim çıktığını ve gitmek zorunda kaldığımı söylersiniz.”
“Başüstüne hanımefendi.”
Artık Raymond’ûn yüzüne bakacak durumu kalmamıştı,acele çıkıp gitti.
Eve geldiği zaman eşini kendinden önce gelmiş buldu.Adam gazetesini açmış okuyordu.Eşine baktı ve “Hayrola” dedi,”yüzün solmuş,ellerin titriyor,canını sıkan bir olay mı oldu?”
Kadın şapkasını çıkarırken,”Sorma” dedi,”çok kötü bir olay,sinirim çok bozuk sonra anlatırım”
Adam gülümsedi:
“Ben bilmem.Bugün sende bir anormallik var! Evden çıkarken de sinirliydin.Benden bin frank istedin,parayı masanın üstünde unutup gitmişsin.”
Maltit ürperdi,bir adım geriledi,rengi daha fazla soldu:
Neee?” diye kekeledi,”Ne diyorsun?”
Bir şey dediğim yok.İşte bin frank orada duruyor.”
Ah,Tanrım ne yaptım ben? Ne yaptım?Ne yaptım?

Guy De Maupassant/ Çeviren Ömer Seyfettin

BİR DÜŞ MÜYDÜ?

BİR DÜŞ MÜYDÜ?
Onu delice sevmiştim!
İnsan neden sever? İnsan neden sever? Ne tuhaf! İnsanın dünyada sadece tek bir
düşünce,kalbinde tek bir tutku ve dudaklarında tek bir isim olması...Sürekli olarak üste
çıkan,bir pınardaki su gibi ruhun derinliklerinden dudaklara yükselen bir isim,insanın
durmadan tekrarladığı,aralıksız,her yerde,bir dua gibi fısıldadığı bir isim.
Size hikayemizi anlatacağım,çünkü sevdanın her zaman aynı olan bir hikayesi vardır.
Onunla karşılaştım ve onun yumuşaklığıyla okşamalarıyla,kollarının arasında,onun sözleriyle
yaşamaya başladım;ondan gelen her şeyle öylesine sarılıp sarmalanmış,bağlanmış ve soğ-
nulmuştum ki, artık bu bizim yaşlı dünyamızda gece mi gündüz mü olduğuna, ya da canlı
veya ölü olup olmadığıma aldırmıyordum.
Sonra öldü.Nasıl mı? Bilmiyorum;artık hiçbir şey bilmiyorum.Ama bir akşam eve
sırılsıklam geldi,çünkü şiddetli bir yağmur yağıyordu ve ertesi gün öksürmeye başladı,
bir hafta kadar öksürdü ve yatağa düştü.Ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum,ama doktorlar
geldi;yazdılar ve gittiler.İlaçlar alındı ve bir takım kadınlar bunları ona içirdi.Elleri ateşliydi,
alnı yanıyordu,gözleri parlak ve üzgündü.Onunla konuştuğumda bana yanıt verdi,ama
ne dediğimizi hatırlamıyorum.Her şeyi unuttum;her şeyi,her şeyi! Öldü o öldü ve ben onun
ince,zayıf iç çekişini çok iyi hatırlıyorum.Hemşire:”Ah!dedi ve anladım,anladım!
Artık hiçbir şey bilmiyordum,hiçbir şey.”Eşiniz mi?”diyen bir papaz gördüm ve bana
sanki onu aşağılıyormuş gibi geldi.
Öldüğü için,artık hiç kimsenin bunu söylemeye hakkı yoktu ve papazı geri çevirdim.
çok nazik ve şefkatli bir başkası geldi ve benimle onun hakkında konuştuğunda,gözyaşla-
rına boğuldum.
Cenaze hakkında bana danıştılar,ama dediklerinin hiçbirini hatırlamıyorum,tabutu ve
onu tabutun içine çivilerken çekicin sesini anımsadığım halde.
Gömüldü!Gömüldü! O! O çukura! Birileri geldi... kadın arkadaşlar.Bir bahane uydurdum
ve kaçtım.Koştum ve sonra sokaklarda yürüdüm,eve gittim ve ertesi gün bir yolculuğa
başladım.
Dün Paris’e döndüm ve odamı yeniden gördüğümde-odamızı,yatağımızı,mobilyalarımızı,
ölümden sonra bir insanın yaşamından geriye kalan ne varsa her şeyi- öylesine vahşi
bir keder saldırısına uğradım ki,pencereyi açıp kendimi sokağa fırlatasım geldi.
Bu eşyalar arasında,onu içine almış ve korumuş olan,farkedilemez çatlaklarında onun,
derisinin ve nefesinin binlerce atomunu bulunduran duvarlar arasında daha fazla dura-
mazdım.Dışarı çıkmak için şapkamı aldım ve tam kapıya yaklaşırken,her gün dışarı çıkarken
kendine baştan aşağı bakabilmek,ufak çizmelerinden bonesine kadar,tuvaletinin,iyi görünüp
görünmediğini,yerinde ve güzel olup olmadığını görmek için oraya koyduğu büyük aynanın
önünden geçtim.
O kadar sık yansıdığı aynanın hemen önünde durdum.....o kadar sık,o kadar sık ki,
onun yansıması içine işlemiş olmalıydı.Gözlerim onu tamamen içeren ve onu benim kadar,
benim tutkulu bakışlarım kadar sahiplenen aynaya-o düz,derin,boş cama-takılmış halde,
titreyerek duruyordu.Sanki o aynaya aşık gibi hissettim kendimi.Dokundum,soğuktu.Ah,
hatıralar! Keder verici ayna! Ne mutlu kalbi içindeki her şeyi unutan,ondan önce geçen
her şeyi,orada kendine bakmış veya muhabbetinde,sevdasında yansımış her şeyi unutmuş
olan kişiye! Nasıl da acı çekiyorum.!
Bunu bilmeden,bunu istemeden çıktım ve mezarlığa gittim. Onun sade mezarını buldum.
Üzerinde şu sözler yazılı beyaz bir mermer haç:
Sevdi,sevildi ve öldü.
Orada,aşağıda,çürümüş! Ne korkunç! Alnımı toprağa yaslayıp ağladım ve orada uzun
bir süre durdum,uzun bir süre.Sonra havanın karardığını gördüm ve tuhaf,delice bir istek,
ümitsiz bir aşığın isteği,kavradı beni.Geceyi,son geceyi,mezarının üzerinde ağlayarak
geçirmek istedim.Ama görülür ve çıkartılırdım.Nasıl ayarlayacaktım? Kurnazlaştım ve
o ölüler kentinde dolaşmaya başladım.Yürüdüm de yürüdüm.Ne kadar da küçük bu kent
diğeriyle,içinde yaşadığımız şehirle karşılaştırıldığında.Yine de ölüler sayıca yaşayanlar-
dan ne kadar fazla.Aynı zamanda gün ışığını gören,pınarlardan su ve bağlardan şarap içen,
ovalardan ekmek yiyen dört kuşak için yüksek evlere,geniş caddelere ve daha fazla yere
ihtiyacımız var.
Ama ölülerin bütün kuşakları için,bize kadar inmiş olan o insanlık merdiveni için,
neredeyse hiçbir şeyi! Toprak onları alır ve unutulmuş onları yok eder.Elveda!
Aniden mezarlığın sonunda,en eski kısmında,uzun zamandır ölü olanların toprakla
karıştığı,haçların kendilerinin çürümüş olduğu muhtemelen yarın yeni gelenlerin konulacağı
kısmında olduğumu algıladım.Bakımsız güller,güçlü ve siyah selvilerle doluydu..insan etiyle
beslenen umutsuz ve güzel bir bahçe.
Yalnızdım,yapayalnız.Böylece yeşil bir ağacın altına çömeldim ve kendimi kalın ve koyu
renkli dalların arasında tamamen gizledim.Gemisi batmış birinin bir kalasa tutunması gibi,
bir ağaç gövdesine sarılarak bekledim.
Hava bir hayli karardığında sığınağımı terk ettim ve o ölü insanlarla dolu toprakta
yumuşak,yavaş ve sessizce yürüdüm.Uzun bir süre etrafta dolandım,ama onun mezarını
yeniden bulamadım.Kollarımı uzatıp,ellerim,ayaklarım,dizlerim,göğsüm ve hatta başımla
mezarlara çarparak,onunkini bulamadan ilerleyen,yolunu arayan kör bir adam gibi,el
yordamıyla yürüdüm.Ağaçlara,haçlara,demir çitlere,madeni çelenklere ve solmuş çiçek
demetlerine dokundum! İsimleri,parmaklarımı harflerin üzerinden geçirerek okudum.
Ne gece! Ne gece! Onu yeniden bulamıyordum.
Ay yoktu.Ne gece! İki mezar arasındaki o dar yollarda dehşet verici şekilde ürkmüştüm.
Mezarlar! Mezarlar!Mezarlar! Sadece mezarlar! Sağımda,solumda,önümde,çevremde,
her yerde mezar vardı.Birinin üzerine oturdum,çünkü daha fazla yürüyemeyecektim;
dizlerim öylesine güçsüzdü.Kalbimin atışını duyabiliyordum....ve başka bir şey daha duydum.
ne? Şaşırtıcı,isimsiz bir ses.Zifiri gecede mi,yoksa giz dolu toprakta,insan cesetleriyle
tohumlanmış toprakta mıydı? Etrafıma bakındım,ama orada ne kadar kaldığımı söyleyemem;
dehşet, soğuk ve korkuyla donup kalmıştım,bağırmaya hazır,ölmeye hazır bir şekilde.
Üzerinde oturduğum mermer parçası kıpırdıyormuş gibi geldi bana.Kesinlikle kıpırdıyordu.
yukarı kaldırılıyordu sanki.Yandaki mezarın üzerine sıçradım ve gördüm,evet,kesinlikle
daha demin terk ettiğim taşın yukarı kalktığını gördüm.Sonra ölü ortaya çıktı,çıplak bir
iskelet,eğik sırtıyla taşı yukarı itiyordu hava zifiri karanlık olduğu halde onu oldukça
net gördüm.Haçın üzerinde şöyle yazıyordu:
Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant yatmaktadır.Ailesini severdi,nazik
ve saygıdeğerdi ve Tanrı’nın lütfuyla öldü.
Ölü adam da mezartaşına yazılmış olanları okudu;sonra yoldan bir taş aldı,küçük,
sivri bir taş ve harfleri dikkatle kazımaya başladı.Bunları yavaşça yok etti ve gözlerindeki
boşluklarla kazınmış oldukları yere baktı.Sonra,bir zamanlar işaret parmağı olan kemiğin
ucuyla,oğlanların fosforlu bir kibritin ucuyla duvarlara çizdikleri satırlar gibi parlayan
harflerle şunları yazdı.:
Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant istirahat etmektedir.Zalimliğiyle
babasının ölümünü çabuklaştırdı,çünkü mirasına konmak istiyordu;karısına işkence
etti,çocuklarına acı çektirdi,komşularını aldattı,soyabildiği herkesi soydu ve sefil
bir şekilde öldü.”
Ölü adam yazmayı bitirince,yaptıklarına bakarak kıpırdamadan durdu.Arkama
dönünce bütün mezarların açılmış,içlerinden ölü bedenlerin çıkmış olduğunu ve hepsinin
mezartaşlarına akrabaları tarafından yazılmış olan satırları yok ederek,bunların yerine
gerçekleri yazdığını gördüm.Hepsinin komşularına acı çektiren....kötü niyetli,namussuz,
iki yüzlü,yalancı,çapkın,belalı,kıskanç insanlar olduklarını;çalmış dolandırmış,her türlü
onur kırıcı,her türlü iğrenç hareketi yapmış olduklarını gördüm;o iyi babaların,o sadık
eşlerin,o fedakar oğulların,o iffetli kızların,o dürüst tüccarların,ulaşılamaz denilen o
erkek ve kadınların.Hepsi aynı anda ebedi ikametgahlarının sınırında,yaşarken herkesin
habersiz olduğu veya habersizmiş gibi gözüktüğü gerçeği,korkunç ve kutsal gerçeği
yazıyorlardı.
Onun da mezartaşına birşeyle yazmış olması gerektiğini düşündüm;artık hiç korku
duymadan,yarı açık tabutlar arasında,cesetler ve iskeletler arasında koşarak,hemen
bulacağımdan emin bir şekilde,ona doğru gittim.Hemen tanıdım onu,sarılmış kumaşla kaplı
yüzünü görmeden de,ve kısa bir süre önce:
Sevdi,sevildi ve öldü.”
Kelimelerini okuduğum mezartaşında,şimdi şunları gördüm:
Yağmurlu bir gecede kocasını aldatarak sevgilisinin yanına gitti ve dönüşte
üşüttü,zatürree oldu ve öldü.”
Görünüşe göre beni,sabahleyin,mezarın üzerinde baygın yatarken bulmuşlar.
Yazar: Guy de Maupassant
Çeviren: Ayşe Gorbon

Korku Öyküleri Antolojisi isimli kitaptan seçilmiştir. 

GERDANLIK

GERDANLIK
Sanki bir kader hatası olarak bir memur ailesi arasında doğmuş olan o güzel ve
sevimli genç kızlardan biriydi.Drahoması yoktu,umudu yoktu,zengin ya da seçkin bir
erkek tarafından tanınma,anlaşılma,sevilme ve onunla evlenme olanağı yoktu.O da
Eğitim Bakanlığı’nda küçük bir memurla evlendi.
Süslenemediği için basitti;ancak sınıfı dışına düşmüş gibi de mutsuzdu.Kadınların
sosyal tabakaları,ırkları yoktur; zarafetleri,güzellikleri ve çekicilikleri onlarda aile ve
doğumun yerine geçer.Doğuştan gelen incelikleri,içgüdüsel zarafetleri,zeka kıvraklık-
ları onları tek soyluluklarıdır ve böylece bazı halk kızları büyük hanımefendilerin
eşiti olabilirler.
O ise kendini bütün inceliklere ve lükslere layık doğmuş hissettiğinden sürekli
ıstırap çekiyordu.Oturduğu dairenin yoksulluğundan,duvarların köhneliğinden,eskimiş
koltuklardan,solgun kumaşlardan hep bir sıkıntı içindeydi.Kendi durumunda olan
başka bir kadının fark edemeyeceği bu şeyler ona işkence oluyor,öfke uyandırıyordu.
Bu alçakgönüllü evi mümkün kılan o ufak tefek Brötanyalı,kendisinde hüzünlü pişman-
lıklar ve çılgıncasına hayaller uyandırıyordu.Duvarlarından Doğu işi halılar sarkan,
yükseklere asılı bronz şamdanlarla aydınlanan sakin odalar hayal ediyordu.Kısa pantolonlu
iri yarı uşak kaloriferlerin ağırlaştırdığı havada geniş koltuklarda uyuklamaktaydılar.
Kadın eski brokalarla döşeli büyük salonlar,paha biçilmez öteberiyi barındıran zarif
Dolaplar,en yakın dostlarla,bütün kadınların ilgilerini çekmek için yarıştığı erkeklerle
sohbetler için düzenlenmiş,koketçe parfümlenmiş odalar hayal ediyordu.
Sofra örtüsünün üç gündür kullanılmakta olduğu yuvarlak masaya, kocasının
karşısına oturup da kocası kasenin kapağını kaldırarak.”Oh yaşasın! Haşlama.Bundan
daha nefis yemek olamaz!” deyince,zarif davetleri,parıldayan gümüşleri,duvarlara gerili
halılarda orman perileri arasında nadide kuşları ve eski zamanın insanlarını,şahane
tabaklar içinde sunulan lezzetli yiyecekleri,bir alabalığın pembe eti ya da bir tavuğun
kanadı yenirken mırıldanılan iltifatları bir sfenk gülümsemesiyle dinlediğini düşünürdü.
Ne tuvaleti vardı,ne de mücevherleri.Ve sevdiği sadece bunlardı.Onlar için yaratılmış
olduğuna inanıyordu.Günlerce üzüntüden ,pişmanlıktan,umutsuzluktan ve düş kırıklığından
ağladı durdu.
Kocası bir akşam elinde iri bir zarfla çıkageldi.
Al bakalım,bu sana,”dedi.
Kadın zarfı aceleyle yırtıp üzerinde şunlar yazılı bir kart çıkardı.
Eğitimi Bakanı ve Bayan George Ramponneau Bakanlık Konağı’nda 18 0cakta
verilecek daveti Bay ve Bayan Loisel’in şereflendirmelerini rica eder.
Kadın kocasının umduğu gibi sevinecek yerde davetiyeyi öfkeyle masanın
üzerine fırlattı.
Bunu ne yapmamı istiyorsun?”
Ama sevgilim,ben senin memnun olacağını düşünmüştüm.Hiç dışarı çıkmıyorsun,
bu ise güzel bir fırsat işte.Davetiyeyi elde edene kadar çok uğraştım.Çok seçkin olduğu
için herkes istiyordu ve personele fazla verilmiyordu.Orada tüm resmi kişileri göreceksin.
Kadın sinirli bakışlarla kocasını süzdü.
Sence böyle bir yere gitmem için ne giymem gerekir?”
Adam bunu düşünememişti.
Tiyatroya gittiğimiz zaman giydiğin elbiseyi giyersin,”diye kekeledi.”Bence çok da
yakışıyor sana...”
Karısının aniden ağlamaya başladığını görünce birden aptallaşıp susuverdi.Kadının
gözlerinin kenarlarından iki iri damla ağzının kenarlarına süzüldü.
Ne oldu?”diye kekeledi kocası,”Ne oldu, söylesene.”
Kadın öfkesini güçlükle tutup ıslak yanaklarını silerek sakin bir sesle yanıtladı kocasını.
Hiç.Elbisem yok ve bu nedenle o davete gidemem.Davetiyeyi benden daha güzel
giysilere sahip karısı olan bir arkadaşına ver.”
Adam çok üzülmüştü.
Bak,Matilda.Uygun bir elbise kaç paradır? Basit ve başka bir yerlere giyebileceğin
bir şey?”
Kadın bir an düşündü,kafasından hesaplar yapıp tutumlu kocasından derhal bir
retle karşılaşmadan isteyebileceği bir rakam düşündü.
Sonunda titrek bir sesle,”Tam olarak bilemeyeceğim;ana dört yüz frank yeter sanırım”
dedi.
Kocası hafifçe sararmıştı; gelecek yaz Nanterre Ovası’nda Pazar günleri avlanmaya
Giden arkadaşlarına katılmak için bir tüfek almak üzere yaklaşık o kadar bir para
biriktirmişti.
Balo günü yaklaştıkça bayan Loisel de üzgün ve huzursuz görünüyordu.
Elbisesi hemen hemen tamamlanmıştı.Bir akşam kocası,”Senin neyin var?”diye sordu.
İki üç gündür bir garipliğin var”
Bir mücevherimin olmaması canımı sıkıyor,”dedi kadın.”Bir tek taşım,kendimi
süsleyebileceğim hiçbir şeyim yok.Üzerimden yoksulluk akacak.Bu davete gitmesem
daha iyi olacak.”
Çiçek takarsın,”dedi kocası.”Bu mevsim gayet şık olur.On franga iki üç tane
şahane gül alabilirsin.”
Ama kadın tatmin olmuş değildi.”Zengin kadınların arasında pejmürde görünmekten
daha aşağılayıcı bir şey olamaz,”dedi.
Ne kadar da aptalız!”diye kocası bağırdı birden.”Gidip arkadaşın Bayan Forostier’den
sana mücevherlerini ödünç vermesini istesene.Bunu yapabilecek kadar iyi dostsun onunla.”
Kadın buna çok sevinmişti.”Doğru”dedi.”Bu aklıma gelmemişti doğrusu.”
Ertesi gün arkadaşının evine gidip sıkıntısını anlattı.Bayan Forestier aynalı
dolabından aldığı büyük mücevher kutusunu açarak”İstediğini seç,canım,”dedi.
Kadın önce bileziklere,sonra inci gerdanlığa,daha sonra elmaslarla işlenmiş altın
Venedik haçına baktı.Mücevherleri ayna önünde denedi,duraksadı,ama bir karara varamadı.
Başka yok mu ?”diye sordu.
Var elbette.Al kendin bak.Hangisinden hoşlanacağını bilemem ki.”
Kadın siyah saten bir kutuda elmas bir gerdanlık bulunca kalbi çılgın bir arzuyla çarpmaya
başladı.Gerdanlığı alırken eli titriyordu.Gerdanlığı boynuna tutup baktı ve kendinden
geçmişçesine öylece kalakaldı aynanın karşısında.Sonra heyecan dolu bir sesle sordu:
Bana bunu sadece bunu verebilir misin?”
Elbette.”
Kadın arkadaşının boynuna sarıldı,onu coşkuyla kucakladı,sonra hazinesini alıp gitti.
Balo günü gelmişti.Bayan Loisel çok başarılıydı.Bütün kadınların en güzeli,
en zarifi,en neşelisi oydu.Bütün erkekler kendisini fark ettiler,adını sordular,onunla
tanışmak istediler.Bütün kabine üyeleri onunla vals yapmak istediler.Eğitim bakanı
bile bir süre kendisiyle meşgul oldu.
Kadın güzelliğinin zaferi,başarısının görkemi içinde hiçbir şey düşünmeden,
zevkten sarhoş olmuş bir halde,büyük bir heves ve tutkuyla dans ediyordu.Bütün bu
hayranlık, bu uyanmış arzular,kadınlara o kadar mutlak ve tatlı gelen bu zafer,bir
mutluluk bulutuyla sarmıştı çevresini.
Sabah saat dörde doğru evlerine döndüler.Kocası gece yarısından beri eşleri
büyük bir keyifle eğlenen üç beyefendiyle birlikte küçük salonlardan birinde kestirmişti.
Bay Loisel dönüşte omuzlarını örtmek için getirdikleri mantoyu,o gündelik giysiyi
yoksulluğu balo tuvaletiyle çelişen kumaş parçasını karısının sırtına attı.Kadın bunu
hissediyor ve zengin kürklere sarınan diğer kadınların kendisini görmemeleri için acele
etmek istiyordu.
Dur biraz,”dedi Loisel.”Dışarda üşütürsün.Bir taksi çağıracağım.”
ama kadın onu dinlemeyerek hızlı adımlarla merdivenlerden aşağı indi.Sokağa çıkınca
araba bulamadılar ve aramak için titreyerek Seine’doğru yürüdüler.Sonunda rıhtımda
Paris’te sanki gündüzleri sefaletlerinden utanıyorlarmış gibi geceleri ortaya çıkan o eski
kupa arabalarından birini gördüler.
Araba kendilerini Martyr Sokağı’ndaki evlerinin önüne kadar getirdi ve yorgun
adımlarla dairelerine çıktılar.Kadın için her şey sona ermişti.Adam ise saat onda bakan-
lıkta bulunması gerektiğini düşünüyordu.
Kadın ayna önünde mantosunu çıkararak bütün o görkemini son bir kere daha
Görmek istedi.Ancak birden bir çığlık kopardı.Gerdanlık boynunda değildi.
Yarı yarıya soyunmuş olan kocası,”Ne oldu?”diye sordu.
Kadın heyecanla erkeğe döndü.
Bayan Forostier’in gerdanlığı boynumda değil.”
Ne! Nasıl olur? Mümkün değil.”
Elbisenin ve montonun kıvrımlarına baktılar,ceplerine baktılar, ama bulamadılar.
Balodan ayrılırken boynunda olduğundan emin misin?”
Evet,holde elimi sürdüğümü hatırlıyorum.”
Sokakta düşürmüş olsaydın sesini duyardık.Herhalde arabada düşmüştür.”
Herhalde.Numarasını almış mıydın?”
Hayır.Ya sen nasıl bir araba olduğuna dikkat etmiş miydin?”
Hayır.”
Her ikisi de yıkılmış bir halde birbirlerine baktılar.Loisel tekrar giyindi.
Ben yürüdüğümüz yerlere bir kere daha bakacağım,”dedi.
Kocası gidince yatağa gidecek gücü kalmayan Bayan Loisel üzerinde tuvaleti
olduğu halde hiçbir şey düşünemeden bir sandalyeye çöktü.
Kocası saat yediye doğru döndü.Hiçbir şey bulamamıştı.
Sabah polise ve araba şirketlerine gitti,gazetelere bir ödül vaat eden ilanlar
verdi.Kendilerine bir umut sağlayacak her şeyi yaptı.
Kadın bu müthiş felaketten,düştüğü şaşkınlıktan hiç çıkmadan bütün gün bekledi.
Loisel solgun bir yüzle akşam döndü;hiçbir şey bulamamıştı.
Arkadaşına bir mektup yazıp gerdanlığın klipsinin kırıldığını ve tamir ettireceğini
bildir.Bu bize biraz zaman kazandırır.”
Kadın kocasının dediğini yaptı.
Bir hafta sonra artık bütün umutlarını kaybetmişlerdi.Karısından beş yaş daha
büyük olan Loisel”Bu gerdanlığın yerine bir başkasını vermek gerekiyor,”dedi.
Ertesi gün gerdanlığın kutusunu içinde adı yazan kuyumcuya götürdüler.Kuyumcu
defterleri karıştırdı.
Bu gerdanlığı ben satmadım,hanımefendi,”dedi.”Ben sadece kutuyu satmıştım.”
Kuyumcu kuyumcu dolaşıp gerdanlığın bir eşini aramaya koyuldular.
Palais-Royal’de bir mağazada kaybettiklerine tıpatıp benzediğine inandıkları bir
tane buldular.Kırk bin franka satılıyordu.Ama kuyumcu kendilerine otuz altı bin franka
verebilecekti.
Kuyumcuya üç gün içinde kimseye satmaması için yalvardılar.Gerçeğini şubat
Sonuna kadar buldukları takdirde kuyumcu gerdanlığı otuz dört bin franga geri alacaktı.
Loisel’in babasından kalan on sekiz bin frangı vardı. Gerisini borç aldı.
Parayı birinden bin,birinden beş yüz frank,bir diğerinden beş louis,ötekinden
Üç louis isteyerek denkleştirmişti.Herkese senet veriyor,tefecilerden borç alıyordu.
Karşılığını ödeyip ödeyemeyeceğini bilemeden senetler verdi,imzalar attı ve sonunda
Otuz altı bin frangı verip gerdanlığı aldı.
Bayan Loisel gerdanlığı Bayan Forestier’e iade edince kadın buz gibi bir sesle,
Daha önce getirmeliydin,ihtiyacım olabilirdi,”dedi.
Kadın arkadaşının korktuğu gibi kutuyu açmamıştı.Eğer gerdanlığın değiştirildiğini
anlarsa kim bilir ne düşünecekti? Ne diyecekti?Onu hırsız sanmaz mıydı?
Bayan Loisel artık yoksulluğun ne demek olduğunu anlıyordu.Ancak kendisi
Cesaretle üzerine düşeni yapmaktaydı.Bu korkunç borcu ödemek gerekliydi.Ödeyecekti de.
Hizmetçilerini gönderdiler,evlerinden taşınıp bir çatı arasına yerleştiler.
Kadın evin ağır işlerini,bir mutfakta çalışmanın ne demek olduğunu öğrendi.Bulaşıkları
Yıkıyor,pembe tırnaklarıyla yağlı tencerelerin ve tavaların diplerini kazıyordu.
Kirli çamaşırları yıkayıp kuruması için ipe asıyor,her sabah çöpü sokağa indirip
Yukarı su taşıyor,yorgunluktan her katta soluklanmak için durmak zorunda kalıyordu.
Ve halktan biri gibi bakkala,kasaba,manava gidiyor,her metelik için kıyasıya pazarlık
ediyordu.Her ay senetlerden bazıları yenilenerek zaman kazanılıyor,bir kısmı da
deniyordu.
Kocası akşamları çalışıyor,bazı tüccarların defterlerini tutuyor,geceleri de
sayfası beş meteliğe kopya çekiyordu.
Ve bu yaşam on yıl sürdü.
On yıl sonra tefecilerin faizleriyle birlikte bütün borçlarını ödemişlerdi.
Bayan Loisel artık yaşlanmış gibiydi.Güçlü ve haşin bir kadın,yoksul evlerin
o kaba saba kadınlarından biri olmuştu.Tarak yüzü görmemiş saçları,çarpık eteği,kı-
zarmış elleri vardı;bağıra bağıra konuşuyor,kova kova suyla döşeme tahtalarını yıkıyordu.
Ama kimi zamanlar kocası işteyken pencere önünde oturur, o eski günlerin balosunu
o kadar güzel olup iltifatlara boğulduğu o baloyu düşünürdü.
Gerdanlığı kaybetmeseydi nasıl olurdu acaba? Kim bilir? Yaşam ne kadar garip ve
ne kadar değişikliklerle doluydu!Basit bir şey nasıl bir insanı kurtarıyor ya da mahvediyordu.!
Bayan Loisel bir Pazar günü haftanın sıkıntılarını unutmak için Champs-Elysee’de
dolaşırken birden çocuğunu gezdiren bir kadın gördü.Bu, hala genç,hala güzel ve çekici
olan Bayan Forestier’di.Bayan Loisel duraksadı.Onunla konuşmalı mıydı? Evet,konuşacaktı.
Artık borçlarını ödediğine göre ona herşeyi anlatacaktı.Neden anlatmasındı ki?
Kadına yaklaştı.”Günaydın,Jeanne.”
Arkadaşı kendisini tanıyamamış,böyle halktan birinin kendisine teklifsizce hitap
Etmesine şaşırmıştı.
Ama hanımefendi...ben sizi tanımıyorum..bir yanlışlık olacak..”diye kekeledi.
Yanlışlık yok,ben Matilda Loisel’im.”
Arkadaşı bir çığlık attı.”Vah benim zavallı Matilda’cığım!Ne kadar değişmişsin..”
Evet,seni son gördüğümden bu yana çok güç günler geçirdim.Çok kötü günler.
Ve hep senin yüzünden...”
Benim yüzümden mi?Nasıl?”
Bakanın balosundan takmam için verdiğin o gerdanlığı hatırlıyor musun?”
Evet,gayet iyi hatırlıyorum.”
Onu kaybetmiştim.”
Nasıl olur?Bana iade ettin ya.”
Sana onun tıpatıp eşi olan bir tane iade ettim.Ve bedelini ödememiz tam on
yılımızı aldı.Hiçbir şeyi olmayan bizler için bunun kolay olmadığını tahmin edebilirsin.
Ama borçlar ödendi artık ve şimdi çok memnunum”
Bayan Forester durakladı.
Yani benimkinin yerine elmas bir gerdanlık mı satın aldığını söylemek istiyorsun?”
Evet.Demek fark etmemiştin?Birbirlerine çok benziyorlardı.”
Ve Bayan Loisel gurur ve sevinçle gülümsedi.Bayan Forestier pek üzgün bir
Tavırla eski arkadaşının ellerini avuçları arasına aldı.
Vah zavallı Matildacığım!Benimki sahteydi.Beş yüz frank bile etmezdi!”
GUY DE MAUPASSANT
Milli Eğitim Bakanlığı

Seçme Hikayeler

MÜNZEVİ - GUY DE MAUPASSANT


Birkaç dostla beraber,Canne’dan Napoule’a giden geniş ovanın ortasında,büyük ağaçlarla
örtülü eski bir tümülüs üzerine yerleşmiş ihtiyar münzeviyi* görmüştük.
Ovadan dönerken,eskiden çok olan ve şimdilerde kökleri kesilen bu garip münzevilerden
söz ediyorduk.İnsanları,geçmiş zamanda yalnızlığa iteleyen üzünç çeşitlerini açıklamaya
çabalıyor,bunlar için ahlaki nedenler arıyorduk.
Arkadaşlarımızdan biri birdenbire dedi ki:
  • Ben biri erkek,öteki kadın olarak iki münzevi tanıdım.Kadın,belki hala yaşamaktadır.Beş yıl önce,Korsika sahillerinde bütün evlerden on beş yirmi kilometre uzakta tümüyle ıssız bir tepe üstünde bir yıkıntıda yaşıyordu.Orada,bir hizmetçi kadınla ömrünü geçiriyordu,
kadını gidip gördüm.İyi bir çevrenin kadını olduğundan kuşku yoktu.Beni incelikle,hatta
istekle kabul etti,fakat onunla ilgili bir şey bilmiyorum;hiçbir şey öğrenmedim.
Erkeğe gelince,onun korkunç hikayesini şimdi anlatacağım.
Arkanıza dönün.Ta ileride.Napolue’un gerisinde ayrılmış,Esterel tepeleri önünde yalnız
başına görünen şu sivri ve ağaçlık tepeye bakın;yöre halkı ona “Yılanlar Tepesi” adını verirler.
benim anlatmak istediğim münzevi,on iki yıl kadar önce orada,eski bir tapınağın arasında
yaşıyordu.
Ondan söz edildiğini duyup,onunla tanışmak istedim ve bir Mart sabahı atıma binerek
Canne’dan çıktım.Hayvanımı Napolue’daki hancıya bırakıp,yayan olarak,yüz elli iki yüz metre
yüksekliğinde olan ve üstü kokulu bitkilerle,özellikle kokusu çok kuvvetli ve çok etkili olan
insanı sarhoş eden ve içine fenalık getiren laden otu ile kaplı bulunan şu garip tepeye
tırmanmaya koyuldum.Arazi taşlıktı ve çakıllar üzerinden kara yılanların kayarak otlar
arasında kayboldukları sık sık görülüyordu.Ona haklı olarak verilmiş olan Yılanlar Tepesi
adının nedeni bundan geliyordu.
Kutsal bir eski zaman tepesine,kokular içinde ve gizemli ladenlerle kaplı ve yılanlarla
dolu,üstünde bir de tapınak bulunan tepeye tırmanmanın garip heyecanına bir çok defa
tutuldum.
Bazı günler,güneş altındaki yokuşa tırmanırken bu hayvanlar sanki insanın ayağının
altından çıkıyormuşa benzer.Bunlar o kadar çoktur ki,insan yürümeye cesaret edemez ve
garip bir sıkıntıya düşer;bu hayvanlar zararsız olduklarından,bu bir korkudan çok,bir mistik
çekinmedir.
Bu tapınak hala duruyor.Bana buranın yalnız tapınak olduğunu söylediler.Ötesini,
heyecanlarını bozmamak için öğrenmeye kalkışmadım.
İşte böylece,çevreyi seyretmek bahanesiyle bir Mart sabahı bu tepeye tırmandım.Tepeye
vardığım zaman gerçekten de duvarlar ve bir taşın üzerine oturmuş bir adam gördüm.
saçları her ne kadar bembeyaz ise de kırk beş yaşından fazla görünmüyordu;sakalı hemen
hemen hala siyahtı.Dizlerinde topak olmuş bir kediyi okşuyordu ve bana hiç aldırış etmiyor
gibiydi.Onun oturduğu bir kısmı dallarla saman,ot ve çalılıkla kapanmış ve örtülmüş olan
yıkıntıyı bir dolaştım ve yanına döndüm.
Oradaki manzara olağanüstüydü.Sağ tarafta,garip şekilde kesik sivri tepeleriyle
Estrek;onun gerisinde,sayısız burunları olan İtalya sahiline kadar uzanan geniş deniz,Canne’ın
karşısında deniz üzerinde yüzen,en geridekinin mazgallı geniş ve eski bir kulesi olan düz
ve yeşil Lerins adaları vardı.
Daha ileride,uzaktan deniz kıyısına yumurtlamış,sayısız yumurtalara benzeyen uzun
villalar arasında kurulmuş beyaz kentler sıralanmış sahile egemen olarak tepeleri hala
karla kaplı Alpler yükseliyordu.
Vay canına,ne güzel!diye mırıldandım.
Adam başını kaldırdı ve dedi ki:
Evet öyle,ama bütün gün seyredilince,tekdüze bir şey oluyor.”
Demek benim münzevim laf ediyor,konuşuyor ve canı sıkılıyordu.Bunu aklımda tuttum.
O gün orada çok durmadım ve yalnızca benim adamcılın rengini keşfetmeye çalıştım.
Özellikle benim üzerimde,diğerlerinden daha yorgun,her şeyden bıkmış,üstelik ilaç
kabul etmez şekilde kendinden iğrenen ve düşkırıklığına uğramış bir adam etkisi uyandırdı.
Yarım saatlik bir konuşmadan sonra onu terk ettim.Fakat sekiz gün sonra gene oraya
gittim,sonra her hafta gittim.Bu o kadar iyi oldu ki,iki aya varmadan dost olduk.
Mayıs sonlarında bir akşam sırasının geldiğine inanarak beraberimde yiyecek olduğu
halde onunla yemek yemek üzere Yılanlar Tepesi’ne gittim.
Kuzeyde buğday ektikleri gibi çiçek ekilip yetiştirilen bu yöreye özgü,çok kokulu kuzey
akşamlarından biriydi;kadın elbise ve tenlerini kokuya bulayan hemen bütün hoş kokuların
yapıldığı bu yörenin,bahçelerine ve küçük vadilerinin katmerlerine bile dikilmiş olan portakal
ağacı rüzgarlarının esip ihtiyarlara aşk düşleri gördürerek onları sürüklediği akşamlardan
biriydi.
Münzevim beni saklamadığı bir memnunlukla kabul etti;benim yemeğimi paylaşmayı
sevinçle karşıladı.
Ona,alışıklığını yitirdiği şaraptan biraz içirdim;canlandı ve geçmiş hakkında konuşmaya
koyuldu.Sürekli Paris’te oturmuş ve neşeli bir bekar yaşamı geçirmiş gibi geldi.
Birdenbire ona sordum:”Şu tepenin üstüne gelip durmakla ne kadar garip bir iş yapmış
oluruz!”
Hemen karşılık verdi:”Ah! Dünyada bir insanın uğrayabileceği en korkunç bir sarsıntıya
uğradım.Sizden bu felaketi gizlemek neye yarar?
Belki bana acırsınız! Sonra hiç kimseye bunu söylemiş de değilim..hem de bir insanın
bu iş hakkında ne düşünebileceğini öğrenmek isterim...nasıl bir yargıya varacağını da.
Paris’te doğdum,orada yetiştim,büyüdüm ve bu kentte ömrüm geçti.Babamla anam
bana birkaç bin frank gelir bırakmışlar,bazı korumalarla da küçük ve sakin bir memurluk
elde etmiştim ki,beni,bir bekar için zengin denecek bir hale koymuştu.
Gençliğimden beri bir bekar yaşamı sürdüm.Bunun ne demek olduğunu bilirsiniz.
Özgür ve ailesiz olarak yaşamaya,üç ay biriyle,altı ay bir diğeriyle,sonra bir yıl da hiç
arkadaşsız,yalnız satılık kızlar yığınından yararlanarak,yaşamaya,resmen bir kadını eş
olarak almamaya karar vermiştim.
Bu orta halli-İsterseniz bayağı deyin-yaşayış,bana uygun geliyor,benim uçarı ve değişik
doğal zevklerime yetiyordu.Bulvarlarda,tiyatrolarda,kahvelerde yerim olduğu halde,
evsiz biri gibi hep dışarıda yaşıyordum.Yaşarken tıpkı bir mantar gibi kendilerini dalgaya
bırakmış olan binlerce insandan biriydim.Şu kusurları ve üstünlükleri olmayıp yalnızca
iyi çocuk denenlerden biri.İşte o kadar.Kendimi olduğu gibi gösteriyorum.
Yirmi yaşımdan kırkıma kadar,yaşamım dikkate değecek bir olgu olmadan,ağır ve çabuk
akıp geçti.Şu Paris’in tekdüze yılları,önemsenecek anılardan hiçbiri akılda kalmayan;yenilen
içilen ve niçin olduğu bilinmeden gülünen,hiçbir heves duymadan,tadılacak ve öpülecek
her şeye uzatılmış dudaklarla geçen sıradan ve uzun yılları ne de çabuk gidiyor.İnsan
genç oluyor ve başkalarının yaptıklarından hiçbir şey yapmadan hiçbir bağsız ve hiçbir köksüz,
hiçbir ilişkisiz,hemen hemen dostsuz,akrabasız,kadınsız,çocuksuz ihtiyarlıyor.
İşte böylece,gitgide,birdenbire kırkına bastım;bu yıldönümü onuruna kendi yüce
nefsime büyük bir kahvede iyi bir yemek ziyafeti çektim.Yaşamda kimsesiz,yalnız biriydim;
bu tarihi yalnız başıma saptamanın da hoş bir şey olacağı sonucuna vardım.
Yemekten sonra,ne yapacağımı kestiremedim.Bir tiyatroya gitmek istedim;sonra eskiden
Hukuk eğitimi yaptığım Quartier-Latin’i ziyaret etmek aklıma geldi.Paris’i geçtim ve hiçbir
fikrim olmadan,kızların hizmet ettikleri birahanelerden birine girdim.
Benim masama bakan,çok genç,güzel ve güler yüzlü bir kızdı.Ona bir şey içmesini önerdim,
hemen kabul etti.Karşıma oturdu ve hangi çeşit erkekle karşılaştığını bilmeden,alışkın
gözlerle bana baktı.Kumral ya da daha doğrusu hafif kumral,taze,taptaze,korsajın şişkin
kumaşı altında,tombulluğu ve pembeliği belli olan bir kızcağızdı.Bu çeşit yaratıklara söylenecek
budalaca ve zamparaca şeyler söyledim ve gerçekten de hoş bir şey olduğu için..hep
kırk yaşımın şerefine olarak...onu birlikte götürmek işi aklıma geldi.Bu,ne uzun ne güç oldu.
o şimdi özgürdü...Bana buna on beş gündür sahip olduğunu kendisi söyledi..Ve işi biter bitmez
önce Halles’de bir gece yemeğini kabul etti.
Benimle birlikte gelmek işinde atlatması korkusuyla-ne olabileceği,böyle birahanelere
kimlerin gelebileceği,bir kadının kafasında ne gibi rüzgarlar eseceği hiçbir zaman bilinmediği
için-orada bütün gece,onu bekleyip oturdum.
Ben de bir ya da iki aydan beri yalnızdım ve bu mini mini aşk acemisinin masadan masaya
gidişine bakarak,onunla bir süre birlikte yaşamaya girişmenin iyi olup olmayacağını kendi
kendime düşünüyordum.Bununla size Paris’te yaşayan erkeklerin yaşamlarındaki gündelik
sıradan olaylardan birini anlatmış oluyorum.
Bu üstünkörü açıklamalarımdan ötürü beni bağışlayın.Şairce sevmemiş olanlar,kadınlar
üstüne tıpkı kasap dükkanından bir kilo et alır gibi,etlerinin tazeliğinden başka bir şey
düşünmezler.
Onu,kendi evine götürdüm;çünkü kendi yatağıma saygım vardı.Burası beşinci katta,
temiz ve yoksul bir odaydı ve orada hoş iki saat geçirdim.Bu küçükte ender rastlanan
bir hoşluk ve incelik vardı.
Henüz yatakta olan kızdan izin alıp,ikinci bir buluşma günü saptadıktan sonra,ayrılmak
üzere,zorunlu olan hediyeyi bırakmak için ocağa doğru ilerledim,onun üstünde bir cam
altında bir saat,iki çiçek vazosu,bir tane çok eski,hani şu dagerotip denen cam üzerindeki
çeşitten olan iki fotoğraf gözüme ilişti.Rastgele o resme bakmak için eğildim,iyice görmek
için ,çok şaşkın bir halde kalakaldım...
Resim,benim resmim,benim ilk resimlerimdendi...ta Cartier Latin’de öğrenci olarak
yaşadığım sıralar çektirdiklerimden.
Daha yakından görmek için hemen kavradım.Hiç yanılmıyordum...
Ve olay bana o kadar beklenilmedik ve garip geldi ki gülmem tuttu.
Sordum:”Şu resimdeki bay kimdir?
Kadın karşılık verdi:”Kendisini görmediğim babam.Annem onu saklamamı,belki bir gün
işime yarayacağını söyleyerek bana verdi....”
Kadın tereddüt ediyordu,gülmeye koyuldu ve tekrar başladı:”Neye yarayacağını bilmem.
gelip beni tanıyacağını da aklıma getirmem.”
Kalbim,gemi azıya almış bir at gibi hızla çarpıyordu.Resmi ocağın üzerine koydum,onun
üstüne de,ne yaptığımın farkında olmadan,cebimdeki yüzer franklık iki kağıt parayı koydum ve
Yine görüşürüz...yine...görüşürüz.”diye bağırarak kaçtım.
Onun: “Salıya” dediğini işittim.Karanlık merdivendeydim,elimle yoklaya yoklaya indim.
Dışarı çıkınca,yağmur yağdığının farkına vardım ve hızlı hızlı sokağın birine dalarak
yürüdüm.
Önüme neresi çıkarsa,çılgın gibi dağınık zihinle aklımı başıma toplamak isteyerek
gidiyordum.Olur şey miydi?Evet,hemen aklıma bir kız geldi ki,ayrılığımızdan bir ay sonra
benden hamile olduğunu yazmıştı.Mektubu yırtmış ya da yakmıştım,bunu da unutmuşum.
küçüğün ocağı üstündeki fotoğrafı almalıydım.Ama onu tanıyabilir miydim?Bu ihtiyar bir
kadının fotoğrafı gibi geldi.
Rıhtıma çıkmıştım.Bir sıra buldum ve oturdum.Yağmur yağıyordu.Ara sıra,şemsiyeleria
altında insanlar geçiyordu.Yaşam bana iğrenç ve isyan ettirici,zorunlu ve zorunsuz başa
gelen,yoksulluklar,ayıplar,alçaklıklarla dolu geldi.Kızım! Belki de kendi kızıma sahip olmaktan
geliyordum...
Ve Paris,bu büyük Paris,abus,karanlık,çamurlu,hazin,siyah,şu kapalı evleriyle buna benzer
şeyler,zinalar,aile zinaları,ırzına geçilmiş çocuklar ile dolu idi....Köprülerin alçak iğrenç
insanlarla dolu olduğundan söz edildiğini hatırladım.
İstemeden, bilmeden ,bu aşağılık yaratıklardan daha beterini yapmıştım.Kızımın yatağına
girmiştim.
Az kalsın kendimi suya atacaktım.Deli olmuştum.Sabaha kadar başı boş gezdim,sonra
düşünmek için evime geldim.
Bana en akıllıca geleni yaptım:
Noterin birine bu çocuğu çağırmasını ve ondan, anasının “baba”diye kendisine bıraktığı
fotoğrafı ne gibi koşullarda terk ettiğini sormasını rica ettim.Bu işin bana bir dost
tarafından verildiğini söyledim.
Noter emirlerimi yerine getirdi.Kadın,ölüm yatağından ve adını bana söyledikleri
bir papazın önünde,kızına babası olduğunu söyleyerek bu resmi teslim etmişti.
O zaman,hep bu bilinmeyen dost adına olarak,servetimin yarısını,bu çocuğa verdim;
Sonra işimden istifa ettim ve işte bu durumdayım şimdi de..
Bu kıyı boyunca serseri serseri dolaşırken,bu tepeyi gördüm ve burada kaldım..Ne vakte kadar?
Bunu bilmiyorum.
Hakkımda ne düşünüyorsunuz? Yaptığıma ne dersiniz?
Ona elimi uzatarak dedim ki:
-Yapmak zorunda olduğunuzu yapmışsınız.Birçokları böyle iğrenç bir yazgıya daha
az önem verirlerdi.
Tekrar söze girişti:

Bunu biliyorum,ben,az kalsın çıldıracaktım.Hiçbir zaman aklıma getirmediğim kadar

Duygulu bir yüreğim varmış.Şimdi Paris’ten, imanlıların cehennemden korktukları gibi

Korkuyorum.Bir yumruk yedim,hani sokaktan geçen birinin kafasına düşen kiremit gibi,

Hepsi bu.Bir süreden beri daha iyiceyim.”

Münzevimi terk ettim.Hikayesiyle çok heyecanlanmıştım.
Onu iki kez daha gördüm,sonra kalkıp gittim,çünkü hiçbir zaman güneyde Mayıs sonundan
sonra kalmam.
Ertesi yıl tekrar geldiğimde adam Yılanlar Tepesi’nde yoktu ve ondan söz ediliğini de
hiç duymadım.
İşte benim Münzevimin hikayesi.

Münzevi: Arınmak,derinlemesine düşünmek(Tefekkür)Allah’a yaklaşmak,belli bir adağı
yerine getirmek gibi amaçlarla insanlardan ayrılarak,sakin bir yerde yalnız başına kalmakk
Remzi Kitabevi 1942

Türkçesi:Mustafa Nihat Özün