POLİS
VE AYİN
Soapy,Madison
Square’deki bankın üzerinde zorlukla kımıldanıyordu.Vahşi
kazlar
Geceleri
bağırdığında,kürklü giysileri olmayan kadınlar kocalarına
iyi davranmaya başladıklarında ve Soapy,parkta sırası üzerinde
zorlukla kımıldadığında,kışın yaklaştığını
anlayabilirsiniz.
Kuru
bir yaprak,Soapy’nin kucağına düştü.Bu,Jack Frost’un kartı
idi.Jack Madison Squarenin yerlilerine iyi davranır ve gelişini
güzelce anımsardı.Dört caddenin keşiştiği köşede,karton
kağıtları Kuzey Rüzgarı’na verir ve oranın yerlilerini
uyardı.
Soapy,yaklaşmakta
olan kışın zorluklarına karşı hazırlıklı olma zamanının
geldiğini düşünerek kımıldadı.Bu nedenle,sırası üzerinde
zorla kımıldadı.
Soapy’nin,kışı
yarı uykulu bir biçimde geçirme tutkusu pek yoktu.Akdeniz
limanlarına uğramak,uyuşturucu Güney semaları altında dolanmak
ya da Vezüv Körfezi’nde oyalanmak değildi istediği.
Tüm
isteği,İsland’da üç ay geçirmekti.Üç aylık yemek,yatak ve
samimi arkadaşlık güvencesi,
Soapy
için yeterliydi.
Konuksever
Blackwell’lar,yıllar boyu kış komşuları olmuştu.Daha şanslı
Newyorklular’ın, nasıl her kış Palm Beach ve Riviera için
biletlerini alırlarsa,Soapy de yıllık İsland göçü için
alçakgönüllü hazırlıklarını yaptı.Ve işte zamanı
gelmişti.Geçen gece,giysisi altına yerleştirdiği üç
gazete,eski alanın fışkıran çeşmesi yanındaki sırası
üzerinde uyurken,kendini soğuktan korumamıştı.Bu nedenle
İsland,Soapy’nin aklında canlanıverdi,kenttekiler için iyilik
adına yapılanları lanetledi.Soapy’ye göre
yasalar,iyilikseverlerlikten çok daha akılcıydı.Sade bir yaşam
ile yer ve yemek sağlayabileceği bir yığın kuruluş vardı.Ama
Soapy,onuruna yediremiyordu bunu.
İyiliksever
kuruluştan gördüğün yardımın karşılığını para olarak
vermesen bile kişiliğinden
ödün
vermek zorunda kalırsın.Sezar’ın Brütüs’e yaptığı
gibi,her iyilik yatağının,her ekmek
somununun
bir karşılığı vardı.Bu yüzden,yasalara bağlı olmak daha iyi
idi.
İsland’a
gitmeye karar vermiş olan Soapy önce bunu gerçekleştirmeyi
düşünmeye başladı.
Bunu
gerçekleştirmenin bir çok kolay yolu vardı.En iyi olanı,pahalı
bir lokantada lüks bir yemek yemek ve sonra da,hesabı
ödeyemeyeceğini belirterek ağırbaşlılıkla,hırpalanmadan
polise teslim edilmekti.Daha sonra gereği yapılırdı.
Soapy,sırasından
kalktı,Broadway ve Beşinci Cadde’nin birleştiği yere doğru
alandan ayrıldı.Yukarı Broadway’e döndü ışıltılı bir
kafede durdu.
Soapy,kendine
güveniyordu.Tıraşlıydı ve Tanrı’ya Bağlılık Günü’nde
bir misyoner hanım tarafından armağan edilen siyah ceketi,düzgün
ve temizdi.Eğer lokantada kuşku uyandırmadan bir masaya
ulaşırsa,başarı onun olacaktı.Masadaki tutumu,garsonda bir kuşku
yaratmayacaktı.
Bir
şişe Chablis ve sonra da Camembert ile kızartılmış bir kaz,bu
işi sağlayacak diye düşündü Soapy.Kuşkusuz,bir de puro.Puro
için bir dolar yeterdi.Hesap,kafe yönetimince ağır bir cezayı
gerektirecek kadar yüksek olmayacaktı;et de,kendisini doyuracak ve
kış göçü için yolculuğunu mutlu kılacaktı.
Ama
Soapy restauranttan içeri ayak basar basmaz,garsonun gözleri,tüyleri
dökülmüş
pantolonuna
ve yıpranmış ayakkabılarına takıldı.Anında sessiz ve
soğukkanlı bir biçimde geriye gelebilecek kötülükten
kaçınarak,kaldırıma doğru yöneldi.
Soapy,Broadway’den
saptı.İsland yolculuğu pek o kadar mutlu geçmeyeceğe benziyordu.
Başka
bir serüven yolu düşünmeliydi.
Altıncı
Cadde’nin köşesinde,elektrik ışıkları ve vitrinlerde kurnazca
sergilenen giysiler,
mağazaları
oldukça belirginleştiriyordu.Soapy,bir taş aldı ve vitrini
kırdı.Başta bir polis olmak
üzere
halk köşeye toplandı.Soapy,elleri cebinde,soğukkanlılıkla
gülümsüyordu.
“Bu
camı kim kırdı?”diye sordu polis,heyecan içinde.
Soapy,taşlarcasına
ama dostça,”Bu işe karışmış olduğumu anlamadın mı?”diye
söylendi.
Polis,Soapy’i
tanık olarak bile kabul etmek istemiyordu.Vitrinleri taşlayanlar
yasaları uygulayanlarla konuşmazlardı.Tabana
kuvvet,kaçarlardı.Polis,biraz ilerdeki arabaya doğru koşan bir
adam gördü.Herkesle birlikte o da oraya doğru yöneldi.Bıkkın
Soapy,ikinci kez başarısız olmuştu.
Caddenin
karşı tarafında,pek ilgi uyandırmayan bir restaurant
vardı.Fiyatlar uygun,çeşitler
Çoktu.Duvarları
ve havası ağır,çorbası sıcak ve peçeteleri
inceydi.Soapy,suçlayıcı ayakkabıları ve bağıran pantolonu ile
içeri kolayca girdi.Bir masaya oturdu,biftek,çörek ve pasta
yedi.Sonra da garsona,kendisinde para olmadığını belirtti.
“Haydi
ne duruyorsun,bir polisi çağır”dedi Soapy.”Bir beyefendiyi
böyle bekletme.”
Tereyağlı
pastayı andıran bir sesle ve bir Manhattan kokteylindeki parlayan
vişne gibi gözlerle,“Polise gerek yok”dedi garson.”Hey Con!”
İki
garson,Soapy’yi,sol kulağı üzerine,sert kaldırıma güzelce
bırakıverdiler.Bir duvarcının
açılır
kapanır metresinin açısı gibi,eklem eklem doğruldu ve giysisinin
tozlarını silkti. Tutuklanmak,pembe bir rüya gibi görünüyordu.İki
kapı ötede,bir bakkal önünde duran polis,güldü ve caddeden
aşağıya doğru yürüdü.
Soapy,yeniden
yürekleninceye dek beş blok yürüdü.Bu kez “Askıntılık”yapmayı
düşündü.
Temiz
giyimli,sıradan genç bir kadın,bir vitrin önünde durmuş,tıraş
çanaklarına ve mürekkep
hokkalarına
bakıyordu.Vitrinden bir metre ötedeki caddeye doğru da,ciddi
görünüşlü bir polis,
bir
yangın musluğuna doğru eğilmişti.
Nefretleri
üzerinde toplayacak bir rol düşündü Soapy.Kurbanın şık ve
düzgün,polisinse
dürüst
görünüşü,kendisinin pek yakında kelepçeleri bileklerinde
hissederek kışı adada geçirmeyi bir kez daha düşledi.
Soapy,misyoner
kadının verdiği hazır kravatını düzeltti;şapkasını,öldürücü
bir biçimde yatırdı ve genç kadının yanına doğru yöneldi.Ona
göz kırptı,öksürdü,gülümsedi,sırıttı ve adi bir biçimde
edebiyat patlattı.Soapy,polisin,yan gözle kendisine dikkatle
baktığını gördü.Genç kadın birkaç adım öte gitti ve yine
tıraş takımlarıyla ilgilenmeye başladı.Soapy,kadını izledi ve
yanına gelerek şapkasını çıkardı:
“Ah
ne şeker şey! Bahçeme gelip oynamak istemez miydiniz acaba?”
Polis,hala
bakıyordu.Sarkıntılık edilen genç kadın bir parmağını
oynatsa,adadaki limana doğru yol alabilirdi Soapy.Karakolun ılık
rahatlığını duyumsamaya başlamıştı bile.Genç kadın ona
doğru baktı ve Soapy’nin ceketinin yakasına yapıştı.
“Tabii
tatlım”dedi sevinç içinde.”Eğer bana bir şişe bira ikram
edersen tabii.Seninle daha
açık
konuşurdum ama,polisi bize bakıyor.”
Genç
kadının bu sözleri üzerine Soapy,polisin yanından üzüntülü
bir biçimde yürüdü.Yine özgürdü.
Bir
sonraki köşede kadını atlattı ve kaçtı.Gece ışıklı
caddelerin,yürekli sözlerin ve opera
Kitaplarının
bulunduğu bir bölgede durdu.Bu soğuk kış gecesinde,kürklü
kadınlar ve ağır paltolu erkekler sevinç içinde
dolaşıyorlardı.Birden,karşı konulmaz bir büyünün,kendisinin
tutuklanmasını engellediği korkusuna kapıldı Soapy.Bu düşünce
ile biraz paniğe kapıldı ve görkemli bir tiyatronun önünde,havalı
bir biçimde duran başka bir polisle karşılaştığında,”uygunsuz
davranış”biçimi geliverdi aklına hemen.
Soapy,kaldırımda,olanca
çatlak sesiyle,sarhoş gibi bağırmaya başladı.Dans etti,uludu,
Abuk
sabuk söylendi ve çevreyi rahatsız etmek için her şeyi yaptı.
Polis,elindeki
copu sallayarak,Soapy’ye arkasını döndü ve birisine:
“Bu,Yale’lilerden
birisi,Hartford College galibiyetini kutluyor.Şamatacı ama
zararsız.
Bunlara
göz yummamız söylendi.”
Üzgün
bir şekilde,başarısız oyununu kesti Soapy.Hiçbir polis,yakasına
yapışmayacak mıydı?
İsland,düşünde,ulaşılamayacak
bir cennet olarak belirmeye başlamıştı.Soğuk rüzgara karşı
İnce
ceketini ilikledi.
Bir
tütüncüde,iyi giyimli bir adamın,purosunu yaktığını
gördü.İpek şemsiyesini girişte kapı
Yanına
koymuştu.Soapy içeriye girdi,şemsiyeyi usulca aldı ve yavaşça
çıktı.Purosunu yakan adam,ardından koştu hemen.
“Şemsiyem”dedi,sertçe.
“Öyle
mi?”diye sırıttı Soapy,küçük hırsızlığını
önemsemeyerek.”Peki niye bir polis çağır
mıyorsun?
Aldım işte.Senin semsiyen! Niye bir aynasız çağırmıyorsun?İşte
köşede duruyor biri.
Şemsiyenin
sahibi,adımlarını yavaşlatmıştı.Her nedense şansının yine
yaver gitmeyeceğini
sanarak,Soapy
de yavaşladı.
Polis
kuşkuyla ikisine baktı.”Evet”dedi şemsiye
sahibi,”Biliyorsunuz,böyle yanlışlıklar oluyor işte.Şey,şemsiye
sizinse,umarım beni hoş göreceksiniz.Bu sabah bir restaurantta
elime geçti. Sizin olduğuna inanıyorsanız,niçin...Umarım
beni..”
“Evet
benim”dedi Soapy,şeytanca.
Şemsiyenin
eski sahibi çekildi.Polis,iki blok öteden yaklaşan bir tramvayın
önünden karşı
Kaldırıma,bir
opera girişi önündeki uzun boylu bir sarışına yardım etmek
için,yanlarından ayrıldı.
Soapy,olan
bitenle kafası karışık,bir cadde boyunca,doğuya doğru
yürüdü.Şemsiyeyi bir
Kapı
çukuruna fırlatıp attı.Başlık ve cop taşıyan adamlara kötü
kötü mırıldanıyordu.Kelepçelerine takılmak
isterken,onlar,kendisini,yanlış yapmayan bir kral olarak
görüyorlardı.
Soapy,sonunda,doğuya
doğru uzanan daha az ışıklı ve daha sessiz caddelerden birine
ulaştı.Böylece,evi,bir park sırası bile olsa,hala insani
içgüdülerinin kıpırtısı ile Madison Square’e doğru yola
koyuldu.
Soapy,son
derece sessiz bir köşede,birdenbire durdu.Sevimli,sağı solu
dağınık,köşeleri
Çok
eski bir kilise ile karşılaştı.Mor dumanlı bir pencereden
yumuşak bir ışık parıldıyordu;
Hiç
kuşkusuz,kilise orgçusu,düşler üzerine eğilmiş,gelecek Pazar
ayini için ustalığını pekiştiri
yordu.Orada
Soapy’nin kulaklarına,mutluluk verici bir müzik çalındı ve
kendisini demir parmaklıkların büklümlerine yapıştırdı.
Tepedeki
ay,parlak ve durgundu.Birkaç araba ve yaya vardı ortalıkta;kumrular
saçaklarda
kesik
kesik,uykulu bir biçimde ötüyorlardı.
Aslında
sağlam bir iş yapabilirim.Geçenlerde bir adam bir numara
vermişti.Onu arasam çalışmaya başlasam,belki de bir yuva
kurarım.
Tam
o sırada bir polis kolunu yakaladı ve ona”Ne yapıyorsun bakayım
burada?diye sordu.
Hiiiç..dedi
Soapy
Hiç
mi? Yürü karakola kotese girersen görürsün hiçi.
O.HENRY/HİKAYELER/MEB