öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2015 Salı

TAMİR EDİLEMEZ HATA


TAMİR EDİLEMEZ HATA
İki eski okul ve mahalle arkadaşı Raymond ve Maltit seneler sonra yolda karşılaştılar.Özlemlerini giderip sohbet etmek üzere bir tatlıcıya girdiler.Maltit bir evlilik yapmış ve bundan ötürü de mutluydu.Raymond aksine mutsuzdu.Şimdi öyküyü dikkatlice takip ediniz.
İki eski dost dertleşirken caddeden,tam vitrinin önünden kibar giyimli bir adam geçiyordu.Maltit’i görünce durdu,şapkasını çıkararak genç kadını selamladı.Maltit,”Eşimin bir arkadaşı “ dedi,”bana bir dakika izin verir misin?”
“Hay hay”
Dışarıya çıktı,ayaküstü konuşmaya konuşmaya daldılar.Bir dakika,beş dakika,on dakika..Konuşmaları bitmek bilmiyordu bir türlü.İçeriye girince arkadaşından özür diledi ve “Eşime ait bir sorundu” dedi,”Kendisi avukattır,seni yalnız bıraktığım için affet beni.
Raymond saatine baktı:
“Ben de” dedi,”Senden beş dakika izin istesem.İlaçlarım hazır olmuştur herhalde,parasını vermiştim bir solukta gider gelirim.”
“Tabii tabii beklerim güzelim”
Maltit yalnız kalınca yiyip içtikleri şeylerin parasını vermeyi düşüncü.Çantasını açtı,hayretle durdu.Evden çıkarken eşinden bin frank istediğini,bu parayı çantasına koyduğunu anımsıyordu.Çantanın içini alt üst etti.Mendil,pudriyer,ayna,küçük para cüzdanı,anahtarlık hepsi yerli yerinde,ama bin franklık banknot yoktu.Aklına gelen kötü şeyi kavramak ister gibi elini terleyen alnında gezdirdi.Demin eşinin arkadaşıyla dışarıda konuşurken acaba Raymond?...Hayır,hayır,Raymond böyle bir şey yapmazdı;Raymond bu kadar alçalamazdı,bir hırsız olamazdı,hayır hayır…Ama içine kurt düşmüştü bir kez…Raymond’un çantası orada,kendi çantasının yanında duruyordu.Titreyen elini uzattı,çantayı alıp açtı,bin franklık banknot oradaydı.
O an için duyduğu acıyı,çarpıldığı derin düş kırıklığını ömür boyu unutamayacaktı.Arkadaşına karşı beslediği sevgi,sonsuz güven birdenbire yıkılmıştı;onun tarafından bu kadar haince,dolandırılmış olmak pek ağrına gitti.
Parayı aldı,hesap pusulasını ödedi,garsona,”Arkadaşım karşı eczaneye gitti” dedi,”Çantası şu,dönünce kendisine verirsiniz.Beni soracak olursa acele bir işim çıktığını ve gitmek zorunda kaldığımı söylersiniz.”
“Başüstüne hanımefendi.”
Artık Raymond’ûn yüzüne bakacak durumu kalmamıştı,acele çıkıp gitti.
Eve geldiği zaman eşini kendinden önce gelmiş buldu.Adam gazetesini açmış okuyordu.Eşine baktı ve “Hayrola” dedi,”yüzün solmuş,ellerin titriyor,canını sıkan bir olay mı oldu?”
Kadın şapkasını çıkarırken,”Sorma” dedi,”çok kötü bir olay,sinirim çok bozuk sonra anlatırım”
Adam gülümsedi:
“Ben bilmem.Bugün sende bir anormallik var! Evden çıkarken de sinirliydin.Benden bin frank istedin,parayı masanın üstünde unutup gitmişsin.”
Maltit ürperdi,bir adım geriledi,rengi daha fazla soldu:
Neee?” diye kekeledi,”Ne diyorsun?”
Bir şey dediğim yok.İşte bin frank orada duruyor.”
Ah,Tanrım ne yaptım ben? Ne yaptım?Ne yaptım?

Guy De Maupassant/ Çeviren Ömer Seyfettin

ACI

ACI
Kime anlatsam kederimi”
Akşam karanlığı...Sulu,iri iri kar taneleri,henüz yakılmış fenerler etrafında
uçuşuyor,ince yumuşak bir alçı tabakası gibi damları,atların sırtlarını,omuzlarını,başlıklarını
kaplıyor.Arabacı İona Potapov, bir hayalet gibi bembeyaz.Canlı bir vücut ne kadar
büzülebilirse o kadar büzülmüş,hiç kımıldamadan yerinde oturuyor.Üzerine bir yığın
kar düşse bile gene karı silkmek lüzumunu duymayacak.Beygiri de bembeyaz,hareketsizdir.
Hareketsizliğiyle,keskin köşeli biçimiyle,ayaklarının sopaya benzeyişle o bir kapiğe
satılan posta atlara benziyor.Herhalde düşünceye dalmış.Sabandan,alıştığı o rahat
manzaralardan alınıp da buraya,korkunç ışılarıyla,hiç kesilmeyen gürültüleriyle,öteye
beriye koşuşan insanlarla dolu bu kargaşalık içine düşen bir mahluk,böyle uzun uzun
düşünmez de ne yapar?
İona ile beygiri, çoktan beri yerinden kımıldamıyor.Avludan daha yemekten önce
çıkmışlardı,hala siftah etmediler.İşte şehir üzerine akşam karanlığı basıyor.Fener
ışıklarının solgun alevleri,yeislerinin daha canlı ışıklara bırakıyor.Sokağın gürültüsü
daha da artıyor.İona birdenbire:
Arabacı,Viborg tarafına!”diye bir ses işitiyor.Arabacı.Şaşırıyor,karla birbirine
yapışan kirpikleri arasında,kaputla kukuleta giymiş bir subay görüyor.Subay:
Viborg tarafına!” diye tekrarlıyor.”Uyuyor musun, nedir? Viborg’a!
İona,kabul işareti olarak dizginleri çekiyor.Bu çekişle,atın dizginleri,sırtı üzerindeki
karlar,alçı parçaları halinde düşüyor..Subay,kızağa oturur.Arabacı,dudaklarını şapır-
datır,boynunu,kuğu gibi uzatır,yerinden kalkar gibi davranır.Fazla alışkanlık yüzünden
kamçısını sallar beygir de boynunu uzatır,sopa biçimindeki ayaklarını büker,kararsız
kararsız yerinde kımıldar.Çok geçmeden,aşağı yukarı giden karartılardan sesler işitir.
Nereye gidiyorsun ulan?Şeytan mı dürttü seni.Sağa al sağa!”
Kızaktaki subay kızarak:
Sen daha kızak sürmesini bilmiyorsan,sağa gitsene”der.
Bir karose arabacısı küfreder,sokağı koşa koşa geçerken omuzuyla atın ağzına çarpan
bir yolcu,İona’ya öfkeli öfkeli bakar,sonra kolundan karları silker.İona,yerinde sanki
iğne üzerinde oturuyormuş gibi kımıldar,dirseklerini geniş geniş açar,sanki nerede
olduğunu,niçin burada olduğunu anlamıyormuş gibi gözlerini fırıl fırıl döndürür.
Subay alaylı alaylı:
Hepsi de ne aşağılık herifler değil mi? Sanki seninle çarpışmak yahut atın altına
düşmeye gayret ediyorlar.Birbirleriyle sözleşmişler gibi,öyle değil mi?”
İona,başını çevirip müşterisine bakar,dudaklarını kıpırdatır..Bir şey söylemek
istediği bellidir.Ama boğazından,kısık seslerden başka bir şey çıkmaz..
Subay:
Ne var?” Diye sorar.
İona gülümsüyormuş gibi ağzını çarpıtır,ıkınır,sıkınır,nihayet:
Benim de beyefendi...bu hafta oğlum öldü.”
Hım...Neden öldü?”
İona,bütün gövdesiyle müşterisine döner:
Kim bilir? “der.Herhalde hummadan..Hastanede üç gün yattı,öldü Allahtan işte.
Karanlık içinde:
Yolunu değiştirsene herif..Ne o köpoğlu köpek,görmüyor musun?”sesleri işitilir.
Müşteri:
Sür,sür,der.Bu gidişle sabaha kadar varamayız.Atı biraz sürsene!
Arabacı tekrar boynunu uzatır,yerinde bir davranır,ağır bir kibarlıkla kırbacını şaklatır.
Bundan sonra birkaç defa başını çevirir,müşteriye bakar.Ama o,gözlerini kapar.Dinle
meye hiç de istekli olmadığı bellidir.İona,müşterisini Viborg tarafına bıraktıktan sonra
lokanta önünde durur.Gene büzülür,gene hareketsiz kalır.Sulu kar,tekrar başlar.Onu
da atını da gene beyaza boyamaya başlar.Bir saat böyle geçer.Kendisi de,beygiri de
gene bembeyaz kesilir.Bir saat,iki saat böylece geçer.
Kaldırımda yüksek sesle tartışıp lastiklerini kuvvetle vurarak üç genç geçer,ikisi
uzun,ince boyludur,üçüncüsü kısa boylu,kamburdur.Titrek bir sesle:
Arabacı,polis köprüsüne!”diye bağırır.Üç kişi yirmi kapik.
İona,dizginleri çeker,dudaklarını şapırdatır,yirmi kapik para değil ama ne yapsın,
artık fiyatı düşünmez.Ruble mi,beş kapik mi onca farkı yoktur.Yeter ki müşteri olsun.
gençler birbirine sövüp sayarak,itişe kakışa kızağa yaklaşır,üçü de oturmaya çalışırlar.
Uzun tartışmalardan,karşılıklı alaylardan sonra en kısa boyluları kamburun ayakta
durmasına karar verilir.Kambur,yerini alarak İona’nın ensesine üfler:
Haydi,sür!“ diye titrek bir sesle bağırır.”Atı kırbaçla bakalım.Amma da şapkan var
kardeş.Daha kötüsü Petersburg ‘da bulunmaz.”
İona,hi,hi,diye güler:
İşte böyle şapka”
E,böylesi,sürsene beygirini.Yol boyunca hep böyle mi gideceksin.Yoksa ense
köküne indiririm ha.”
Uzun boylulardan biri:
Başım çatlıyor” der.”Dün Dukmasov’larda Vaska ile birlikte dört şişe konyak içtik”
Öbür uzun boylusu da:
Amma da atarsın sen”diye çıkışır.
Vallahi doğru söylüyorum”
Evet o kadar doğru ki bitler bile güler.”
İona,hi,hi diye güler:
Baylarımın keyfi yerinde.”
Kambur, kızarak:
Allah cezanı versin moruk” der.Sürecek misin,sürmeyecek misin? Bu sanki
arabayla gitmek mi?Şunu bir kamçılasana.Hadi bakalım.Hah,işte şöyle.Adamakıllı”
İona,sırtında bir vücudun kımıldadığını,kamburun sesini duyar.Kendisine edilen
küfürleri işitir,insanları görür,yalnızlık duygusu,yavaş yavaş ondan uzaklaşır.Kambur,
öyle yakası açılmadık uzun küfürlere başlar ki,bitirmeye nefesi yetmez,öksürmeye
başlar.İki uzun boylu genç bir Nadejda Petrovna’nın sözünü etmeye başlarlar.İona,
onlara döner,kısa bir sessizliği fırsat bilerek başını biraz daha çevirip der ki:
Benim de bu hafta oğlum öldü”
Kambur,öksürdükten sonra dudaklarını silerek içini çeker:
Hepimiz öleceğiz”der.”Hadi,sür sür.Ben daha fazla böyle gidemem İmkanı yok.
Bu arabacı bizi ne zaman götürecek?”
Sen de şöyle hafiften ensesine bir in de..”
Moruk,işitiyor musun? Ensene indireyim mi?Size nezaketli davranmaktansa
insan yürüsün daha iyi.İşitiyor musun?Eşek Eşekoviç.Sözlerim vız geliyor galiba sana.”
İona,ensesine inen tokatları pek duymaz,daha çok sesini işitir.
Hi,hi,diye güler:
Neşeli baylar.Allah uzun ömür versin.”
Uzun boylusu:
Arabacı, evli misin?” diye sorar.
Ben mi? Hi,hi, neşeli baylar.Şimde tek karım var.Kara torak...Ha ha ha,mezar,
mezar...Oğlum öldü de ben yaşıyorum.Şaşılacak şey.Ölüm,yanlış kapı çaldıçBana
geleceğine oğluma geldi...”
İona,oğlunun nasıl öldüğünü anlatmak için başını çevirir.Ama o anda kambur
hafifçe içini çeker:
Hele şükür,gelebildik” der.
Arabacı,yirmi kapik aldıktan sonra karanlık bir giriş kapısı içinde kaybolan hovarda
gençlere uzun uzun bakar.Gene yalnız kalır.Gene içinde sessizlik başlar...Bir zaman
sönmüş olan acısı gene baş gösterir,daha büyük bir kuvvetle göğsünü ezer.İona’nın
gözleri kaygıyla,acıyla sokağın iki yanından geçen kalabalığa dikilir;gelip geçen
binlerce insandan onu dinleyecek biri var mı acaba?Ama kalabalık,ne onu ne de
acısını fark etmeden geçip gider.Acısı korkunçtur,sınırsızdır.Ona öyle geliyor ki,
göğsü patlayıp içinden acısı fışkırsa,bütün dünyayı kaplayacaktır,ama gene de bu
acı görünmez.O kadar küçük bir kabuğa sığınmıştır ki,gündüz ışık altında bile görülmez.
İona elinde zembil taşıyan bir kapıcı görür,onunla konuşmaya karar verir:
Kuzum, saat kaç? Diye,sorar.
Ona geliyor.Niye durdun burada? Yürüsene!”
İona,birkaç adım uzaklaşır.Tekrar büzülür.Kendini acısına verir.Artık insanlarla konuş-
mayı lüzumsuz sayar.Ama daha beş dakika geçmeden,eğilip kalkar,sanki bir acı
duymuş gibi başını sallar,dizginleri dürter.Artık daha fazla dayanamaz”Hana gideyim”
diye düşünür”Hana”
Beygir,sanki düşüncesini anlamış gibi tırısa kalkıp koşmaya başlar.Bir bucuk
saat geçmeden büyük,pis bir tandır yanında oturur.Tandırda,döşemede,peykelerde
insanlar yatmışlar,horulduyorlar.Dumanlı,boğucu bir hava.İona,uyuyanlara bakar,
başını kaşır.Oraya bu kadar erken döndüğüne pişman olur.”Arpanın parasını bile
çıkaramadım”diye düşünür.”Kederim hep bundan.İşini bilen,atını doyuran insan
her zaman rahattır.” Genç bir arabacı,bir köşeden kalkar.Uyku sersemliğiyle yıkıla
yıkıla boğazını temizler.Su dolu kovaya uzanır.İona:
Su mu içeceksin?”der.
Evet,su.”
Eh,afiyet olsun.Benimse kardeş oğlum öldü.Haberin var mı?Bu hafta
hastanede...Olur şey değil.”
İona,bu sözlerin ne tesir bırakacağına bakar.Ama hiçbir tesir bırakmadığını görür.
Genç arabacı kafasını yorganın altına sokup hemen uyur.İhtiyar,ah çeker,başını kaşır.
Genç arabacı nasıl su içmek isterse, o da öyle konuşmak ister.Oğlu öleli nerede ise
bir hafta olacak.O ise bu hikayeyi daha kimseye gereği gibi anlatamadı.İyice,rahat
rahat anlatması gerek.Oğlunun nasıl hastalandığını,nasıl acı çektiğini,ölmeden önce
neler söylediğini,neler söylediğini nasıl öldüğünü anlatmak lazım.Cenaze merasimini,
rahmetlinin elbiselerini almak için hastaneye gidişini anlatması lazım.Köyde,kızı
Anisa kaldı.Onun sözünü etmek lazım.Daha anlatacak neler var, neler.Dinleyen ah
çekmeli,ohlamalı,puhlamalı.Kadınlarla daha da iyi konuşulur.Budaladırlar ama,iki
sözle ağlamaya başlarlar.İona:”Gidip beygire bakayım”diye düşünür.Uyumak için
her zaman vakit bulunur.”Giyinir,beygirin bağlı olduğu ahıra gider,arpayı, samanı,
havayı düşünür.Yalnızken oğlunu düşünemez.Ancak başka biri olduğu zaman konuşabilir.
Ama kendi kendine düşünüp onu gözlerinin önüne getirmek,kendine dayanılmaz
bir acı verir.İona,beygirin parlak gözlerini görünce:
Yalanıyor musun?” der.”Yalan,yalan! Arpanın parasını çıkarmazsak saman yiyeceğiz.
Evet...Artık ihtiyarladım,arabayı sürecek takatim kalmadı.Arabacılık etmek benim
değil,oğlumun harcıydı.O tam arabacıydı.Ne olurdu yaşasaydı...”Kısa bir zaman geçer
sonra devam eder:
Öyle işte kardeşim kısrak.....Kuzma İoniç yok artık..Allah rahmet eylesin..
boşu boşuna gitti işte...Düşün bir kere.Senin bir tayın var,onun öz annesisin..Bir de
bakıyorsun,birdenbire tay ölüveriyor...Acımaz mısın?”
Beygir yalanır,dinler,sahibinin ellerine doğru solur
İona dalar,ona her şeyi anlatır... ÇEHOV
Türkçesi: Hasan Ali Ediz

Engin Yayıncılık

BİR DÜŞ MÜYDÜ?

BİR DÜŞ MÜYDÜ?
Onu delice sevmiştim!
İnsan neden sever? İnsan neden sever? Ne tuhaf! İnsanın dünyada sadece tek bir
düşünce,kalbinde tek bir tutku ve dudaklarında tek bir isim olması...Sürekli olarak üste
çıkan,bir pınardaki su gibi ruhun derinliklerinden dudaklara yükselen bir isim,insanın
durmadan tekrarladığı,aralıksız,her yerde,bir dua gibi fısıldadığı bir isim.
Size hikayemizi anlatacağım,çünkü sevdanın her zaman aynı olan bir hikayesi vardır.
Onunla karşılaştım ve onun yumuşaklığıyla okşamalarıyla,kollarının arasında,onun sözleriyle
yaşamaya başladım;ondan gelen her şeyle öylesine sarılıp sarmalanmış,bağlanmış ve soğ-
nulmuştum ki, artık bu bizim yaşlı dünyamızda gece mi gündüz mü olduğuna, ya da canlı
veya ölü olup olmadığıma aldırmıyordum.
Sonra öldü.Nasıl mı? Bilmiyorum;artık hiçbir şey bilmiyorum.Ama bir akşam eve
sırılsıklam geldi,çünkü şiddetli bir yağmur yağıyordu ve ertesi gün öksürmeye başladı,
bir hafta kadar öksürdü ve yatağa düştü.Ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum,ama doktorlar
geldi;yazdılar ve gittiler.İlaçlar alındı ve bir takım kadınlar bunları ona içirdi.Elleri ateşliydi,
alnı yanıyordu,gözleri parlak ve üzgündü.Onunla konuştuğumda bana yanıt verdi,ama
ne dediğimizi hatırlamıyorum.Her şeyi unuttum;her şeyi,her şeyi! Öldü o öldü ve ben onun
ince,zayıf iç çekişini çok iyi hatırlıyorum.Hemşire:”Ah!dedi ve anladım,anladım!
Artık hiçbir şey bilmiyordum,hiçbir şey.”Eşiniz mi?”diyen bir papaz gördüm ve bana
sanki onu aşağılıyormuş gibi geldi.
Öldüğü için,artık hiç kimsenin bunu söylemeye hakkı yoktu ve papazı geri çevirdim.
çok nazik ve şefkatli bir başkası geldi ve benimle onun hakkında konuştuğunda,gözyaşla-
rına boğuldum.
Cenaze hakkında bana danıştılar,ama dediklerinin hiçbirini hatırlamıyorum,tabutu ve
onu tabutun içine çivilerken çekicin sesini anımsadığım halde.
Gömüldü!Gömüldü! O! O çukura! Birileri geldi... kadın arkadaşlar.Bir bahane uydurdum
ve kaçtım.Koştum ve sonra sokaklarda yürüdüm,eve gittim ve ertesi gün bir yolculuğa
başladım.
Dün Paris’e döndüm ve odamı yeniden gördüğümde-odamızı,yatağımızı,mobilyalarımızı,
ölümden sonra bir insanın yaşamından geriye kalan ne varsa her şeyi- öylesine vahşi
bir keder saldırısına uğradım ki,pencereyi açıp kendimi sokağa fırlatasım geldi.
Bu eşyalar arasında,onu içine almış ve korumuş olan,farkedilemez çatlaklarında onun,
derisinin ve nefesinin binlerce atomunu bulunduran duvarlar arasında daha fazla dura-
mazdım.Dışarı çıkmak için şapkamı aldım ve tam kapıya yaklaşırken,her gün dışarı çıkarken
kendine baştan aşağı bakabilmek,ufak çizmelerinden bonesine kadar,tuvaletinin,iyi görünüp
görünmediğini,yerinde ve güzel olup olmadığını görmek için oraya koyduğu büyük aynanın
önünden geçtim.
O kadar sık yansıdığı aynanın hemen önünde durdum.....o kadar sık,o kadar sık ki,
onun yansıması içine işlemiş olmalıydı.Gözlerim onu tamamen içeren ve onu benim kadar,
benim tutkulu bakışlarım kadar sahiplenen aynaya-o düz,derin,boş cama-takılmış halde,
titreyerek duruyordu.Sanki o aynaya aşık gibi hissettim kendimi.Dokundum,soğuktu.Ah,
hatıralar! Keder verici ayna! Ne mutlu kalbi içindeki her şeyi unutan,ondan önce geçen
her şeyi,orada kendine bakmış veya muhabbetinde,sevdasında yansımış her şeyi unutmuş
olan kişiye! Nasıl da acı çekiyorum.!
Bunu bilmeden,bunu istemeden çıktım ve mezarlığa gittim. Onun sade mezarını buldum.
Üzerinde şu sözler yazılı beyaz bir mermer haç:
Sevdi,sevildi ve öldü.
Orada,aşağıda,çürümüş! Ne korkunç! Alnımı toprağa yaslayıp ağladım ve orada uzun
bir süre durdum,uzun bir süre.Sonra havanın karardığını gördüm ve tuhaf,delice bir istek,
ümitsiz bir aşığın isteği,kavradı beni.Geceyi,son geceyi,mezarının üzerinde ağlayarak
geçirmek istedim.Ama görülür ve çıkartılırdım.Nasıl ayarlayacaktım? Kurnazlaştım ve
o ölüler kentinde dolaşmaya başladım.Yürüdüm de yürüdüm.Ne kadar da küçük bu kent
diğeriyle,içinde yaşadığımız şehirle karşılaştırıldığında.Yine de ölüler sayıca yaşayanlar-
dan ne kadar fazla.Aynı zamanda gün ışığını gören,pınarlardan su ve bağlardan şarap içen,
ovalardan ekmek yiyen dört kuşak için yüksek evlere,geniş caddelere ve daha fazla yere
ihtiyacımız var.
Ama ölülerin bütün kuşakları için,bize kadar inmiş olan o insanlık merdiveni için,
neredeyse hiçbir şeyi! Toprak onları alır ve unutulmuş onları yok eder.Elveda!
Aniden mezarlığın sonunda,en eski kısmında,uzun zamandır ölü olanların toprakla
karıştığı,haçların kendilerinin çürümüş olduğu muhtemelen yarın yeni gelenlerin konulacağı
kısmında olduğumu algıladım.Bakımsız güller,güçlü ve siyah selvilerle doluydu..insan etiyle
beslenen umutsuz ve güzel bir bahçe.
Yalnızdım,yapayalnız.Böylece yeşil bir ağacın altına çömeldim ve kendimi kalın ve koyu
renkli dalların arasında tamamen gizledim.Gemisi batmış birinin bir kalasa tutunması gibi,
bir ağaç gövdesine sarılarak bekledim.
Hava bir hayli karardığında sığınağımı terk ettim ve o ölü insanlarla dolu toprakta
yumuşak,yavaş ve sessizce yürüdüm.Uzun bir süre etrafta dolandım,ama onun mezarını
yeniden bulamadım.Kollarımı uzatıp,ellerim,ayaklarım,dizlerim,göğsüm ve hatta başımla
mezarlara çarparak,onunkini bulamadan ilerleyen,yolunu arayan kör bir adam gibi,el
yordamıyla yürüdüm.Ağaçlara,haçlara,demir çitlere,madeni çelenklere ve solmuş çiçek
demetlerine dokundum! İsimleri,parmaklarımı harflerin üzerinden geçirerek okudum.
Ne gece! Ne gece! Onu yeniden bulamıyordum.
Ay yoktu.Ne gece! İki mezar arasındaki o dar yollarda dehşet verici şekilde ürkmüştüm.
Mezarlar! Mezarlar!Mezarlar! Sadece mezarlar! Sağımda,solumda,önümde,çevremde,
her yerde mezar vardı.Birinin üzerine oturdum,çünkü daha fazla yürüyemeyecektim;
dizlerim öylesine güçsüzdü.Kalbimin atışını duyabiliyordum....ve başka bir şey daha duydum.
ne? Şaşırtıcı,isimsiz bir ses.Zifiri gecede mi,yoksa giz dolu toprakta,insan cesetleriyle
tohumlanmış toprakta mıydı? Etrafıma bakındım,ama orada ne kadar kaldığımı söyleyemem;
dehşet, soğuk ve korkuyla donup kalmıştım,bağırmaya hazır,ölmeye hazır bir şekilde.
Üzerinde oturduğum mermer parçası kıpırdıyormuş gibi geldi bana.Kesinlikle kıpırdıyordu.
yukarı kaldırılıyordu sanki.Yandaki mezarın üzerine sıçradım ve gördüm,evet,kesinlikle
daha demin terk ettiğim taşın yukarı kalktığını gördüm.Sonra ölü ortaya çıktı,çıplak bir
iskelet,eğik sırtıyla taşı yukarı itiyordu hava zifiri karanlık olduğu halde onu oldukça
net gördüm.Haçın üzerinde şöyle yazıyordu:
Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant yatmaktadır.Ailesini severdi,nazik
ve saygıdeğerdi ve Tanrı’nın lütfuyla öldü.
Ölü adam da mezartaşına yazılmış olanları okudu;sonra yoldan bir taş aldı,küçük,
sivri bir taş ve harfleri dikkatle kazımaya başladı.Bunları yavaşça yok etti ve gözlerindeki
boşluklarla kazınmış oldukları yere baktı.Sonra,bir zamanlar işaret parmağı olan kemiğin
ucuyla,oğlanların fosforlu bir kibritin ucuyla duvarlara çizdikleri satırlar gibi parlayan
harflerle şunları yazdı.:
Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant istirahat etmektedir.Zalimliğiyle
babasının ölümünü çabuklaştırdı,çünkü mirasına konmak istiyordu;karısına işkence
etti,çocuklarına acı çektirdi,komşularını aldattı,soyabildiği herkesi soydu ve sefil
bir şekilde öldü.”
Ölü adam yazmayı bitirince,yaptıklarına bakarak kıpırdamadan durdu.Arkama
dönünce bütün mezarların açılmış,içlerinden ölü bedenlerin çıkmış olduğunu ve hepsinin
mezartaşlarına akrabaları tarafından yazılmış olan satırları yok ederek,bunların yerine
gerçekleri yazdığını gördüm.Hepsinin komşularına acı çektiren....kötü niyetli,namussuz,
iki yüzlü,yalancı,çapkın,belalı,kıskanç insanlar olduklarını;çalmış dolandırmış,her türlü
onur kırıcı,her türlü iğrenç hareketi yapmış olduklarını gördüm;o iyi babaların,o sadık
eşlerin,o fedakar oğulların,o iffetli kızların,o dürüst tüccarların,ulaşılamaz denilen o
erkek ve kadınların.Hepsi aynı anda ebedi ikametgahlarının sınırında,yaşarken herkesin
habersiz olduğu veya habersizmiş gibi gözüktüğü gerçeği,korkunç ve kutsal gerçeği
yazıyorlardı.
Onun da mezartaşına birşeyle yazmış olması gerektiğini düşündüm;artık hiç korku
duymadan,yarı açık tabutlar arasında,cesetler ve iskeletler arasında koşarak,hemen
bulacağımdan emin bir şekilde,ona doğru gittim.Hemen tanıdım onu,sarılmış kumaşla kaplı
yüzünü görmeden de,ve kısa bir süre önce:
Sevdi,sevildi ve öldü.”
Kelimelerini okuduğum mezartaşında,şimdi şunları gördüm:
Yağmurlu bir gecede kocasını aldatarak sevgilisinin yanına gitti ve dönüşte
üşüttü,zatürree oldu ve öldü.”
Görünüşe göre beni,sabahleyin,mezarın üzerinde baygın yatarken bulmuşlar.
Yazar: Guy de Maupassant
Çeviren: Ayşe Gorbon

Korku Öyküleri Antolojisi isimli kitaptan seçilmiştir. 

GERDANLIK

GERDANLIK
Sanki bir kader hatası olarak bir memur ailesi arasında doğmuş olan o güzel ve
sevimli genç kızlardan biriydi.Drahoması yoktu,umudu yoktu,zengin ya da seçkin bir
erkek tarafından tanınma,anlaşılma,sevilme ve onunla evlenme olanağı yoktu.O da
Eğitim Bakanlığı’nda küçük bir memurla evlendi.
Süslenemediği için basitti;ancak sınıfı dışına düşmüş gibi de mutsuzdu.Kadınların
sosyal tabakaları,ırkları yoktur; zarafetleri,güzellikleri ve çekicilikleri onlarda aile ve
doğumun yerine geçer.Doğuştan gelen incelikleri,içgüdüsel zarafetleri,zeka kıvraklık-
ları onları tek soyluluklarıdır ve böylece bazı halk kızları büyük hanımefendilerin
eşiti olabilirler.
O ise kendini bütün inceliklere ve lükslere layık doğmuş hissettiğinden sürekli
ıstırap çekiyordu.Oturduğu dairenin yoksulluğundan,duvarların köhneliğinden,eskimiş
koltuklardan,solgun kumaşlardan hep bir sıkıntı içindeydi.Kendi durumunda olan
başka bir kadının fark edemeyeceği bu şeyler ona işkence oluyor,öfke uyandırıyordu.
Bu alçakgönüllü evi mümkün kılan o ufak tefek Brötanyalı,kendisinde hüzünlü pişman-
lıklar ve çılgıncasına hayaller uyandırıyordu.Duvarlarından Doğu işi halılar sarkan,
yükseklere asılı bronz şamdanlarla aydınlanan sakin odalar hayal ediyordu.Kısa pantolonlu
iri yarı uşak kaloriferlerin ağırlaştırdığı havada geniş koltuklarda uyuklamaktaydılar.
Kadın eski brokalarla döşeli büyük salonlar,paha biçilmez öteberiyi barındıran zarif
Dolaplar,en yakın dostlarla,bütün kadınların ilgilerini çekmek için yarıştığı erkeklerle
sohbetler için düzenlenmiş,koketçe parfümlenmiş odalar hayal ediyordu.
Sofra örtüsünün üç gündür kullanılmakta olduğu yuvarlak masaya, kocasının
karşısına oturup da kocası kasenin kapağını kaldırarak.”Oh yaşasın! Haşlama.Bundan
daha nefis yemek olamaz!” deyince,zarif davetleri,parıldayan gümüşleri,duvarlara gerili
halılarda orman perileri arasında nadide kuşları ve eski zamanın insanlarını,şahane
tabaklar içinde sunulan lezzetli yiyecekleri,bir alabalığın pembe eti ya da bir tavuğun
kanadı yenirken mırıldanılan iltifatları bir sfenk gülümsemesiyle dinlediğini düşünürdü.
Ne tuvaleti vardı,ne de mücevherleri.Ve sevdiği sadece bunlardı.Onlar için yaratılmış
olduğuna inanıyordu.Günlerce üzüntüden ,pişmanlıktan,umutsuzluktan ve düş kırıklığından
ağladı durdu.
Kocası bir akşam elinde iri bir zarfla çıkageldi.
Al bakalım,bu sana,”dedi.
Kadın zarfı aceleyle yırtıp üzerinde şunlar yazılı bir kart çıkardı.
Eğitimi Bakanı ve Bayan George Ramponneau Bakanlık Konağı’nda 18 0cakta
verilecek daveti Bay ve Bayan Loisel’in şereflendirmelerini rica eder.
Kadın kocasının umduğu gibi sevinecek yerde davetiyeyi öfkeyle masanın
üzerine fırlattı.
Bunu ne yapmamı istiyorsun?”
Ama sevgilim,ben senin memnun olacağını düşünmüştüm.Hiç dışarı çıkmıyorsun,
bu ise güzel bir fırsat işte.Davetiyeyi elde edene kadar çok uğraştım.Çok seçkin olduğu
için herkes istiyordu ve personele fazla verilmiyordu.Orada tüm resmi kişileri göreceksin.
Kadın sinirli bakışlarla kocasını süzdü.
Sence böyle bir yere gitmem için ne giymem gerekir?”
Adam bunu düşünememişti.
Tiyatroya gittiğimiz zaman giydiğin elbiseyi giyersin,”diye kekeledi.”Bence çok da
yakışıyor sana...”
Karısının aniden ağlamaya başladığını görünce birden aptallaşıp susuverdi.Kadının
gözlerinin kenarlarından iki iri damla ağzının kenarlarına süzüldü.
Ne oldu?”diye kekeledi kocası,”Ne oldu, söylesene.”
Kadın öfkesini güçlükle tutup ıslak yanaklarını silerek sakin bir sesle yanıtladı kocasını.
Hiç.Elbisem yok ve bu nedenle o davete gidemem.Davetiyeyi benden daha güzel
giysilere sahip karısı olan bir arkadaşına ver.”
Adam çok üzülmüştü.
Bak,Matilda.Uygun bir elbise kaç paradır? Basit ve başka bir yerlere giyebileceğin
bir şey?”
Kadın bir an düşündü,kafasından hesaplar yapıp tutumlu kocasından derhal bir
retle karşılaşmadan isteyebileceği bir rakam düşündü.
Sonunda titrek bir sesle,”Tam olarak bilemeyeceğim;ana dört yüz frank yeter sanırım”
dedi.
Kocası hafifçe sararmıştı; gelecek yaz Nanterre Ovası’nda Pazar günleri avlanmaya
Giden arkadaşlarına katılmak için bir tüfek almak üzere yaklaşık o kadar bir para
biriktirmişti.
Balo günü yaklaştıkça bayan Loisel de üzgün ve huzursuz görünüyordu.
Elbisesi hemen hemen tamamlanmıştı.Bir akşam kocası,”Senin neyin var?”diye sordu.
İki üç gündür bir garipliğin var”
Bir mücevherimin olmaması canımı sıkıyor,”dedi kadın.”Bir tek taşım,kendimi
süsleyebileceğim hiçbir şeyim yok.Üzerimden yoksulluk akacak.Bu davete gitmesem
daha iyi olacak.”
Çiçek takarsın,”dedi kocası.”Bu mevsim gayet şık olur.On franga iki üç tane
şahane gül alabilirsin.”
Ama kadın tatmin olmuş değildi.”Zengin kadınların arasında pejmürde görünmekten
daha aşağılayıcı bir şey olamaz,”dedi.
Ne kadar da aptalız!”diye kocası bağırdı birden.”Gidip arkadaşın Bayan Forostier’den
sana mücevherlerini ödünç vermesini istesene.Bunu yapabilecek kadar iyi dostsun onunla.”
Kadın buna çok sevinmişti.”Doğru”dedi.”Bu aklıma gelmemişti doğrusu.”
Ertesi gün arkadaşının evine gidip sıkıntısını anlattı.Bayan Forestier aynalı
dolabından aldığı büyük mücevher kutusunu açarak”İstediğini seç,canım,”dedi.
Kadın önce bileziklere,sonra inci gerdanlığa,daha sonra elmaslarla işlenmiş altın
Venedik haçına baktı.Mücevherleri ayna önünde denedi,duraksadı,ama bir karara varamadı.
Başka yok mu ?”diye sordu.
Var elbette.Al kendin bak.Hangisinden hoşlanacağını bilemem ki.”
Kadın siyah saten bir kutuda elmas bir gerdanlık bulunca kalbi çılgın bir arzuyla çarpmaya
başladı.Gerdanlığı alırken eli titriyordu.Gerdanlığı boynuna tutup baktı ve kendinden
geçmişçesine öylece kalakaldı aynanın karşısında.Sonra heyecan dolu bir sesle sordu:
Bana bunu sadece bunu verebilir misin?”
Elbette.”
Kadın arkadaşının boynuna sarıldı,onu coşkuyla kucakladı,sonra hazinesini alıp gitti.
Balo günü gelmişti.Bayan Loisel çok başarılıydı.Bütün kadınların en güzeli,
en zarifi,en neşelisi oydu.Bütün erkekler kendisini fark ettiler,adını sordular,onunla
tanışmak istediler.Bütün kabine üyeleri onunla vals yapmak istediler.Eğitim bakanı
bile bir süre kendisiyle meşgul oldu.
Kadın güzelliğinin zaferi,başarısının görkemi içinde hiçbir şey düşünmeden,
zevkten sarhoş olmuş bir halde,büyük bir heves ve tutkuyla dans ediyordu.Bütün bu
hayranlık, bu uyanmış arzular,kadınlara o kadar mutlak ve tatlı gelen bu zafer,bir
mutluluk bulutuyla sarmıştı çevresini.
Sabah saat dörde doğru evlerine döndüler.Kocası gece yarısından beri eşleri
büyük bir keyifle eğlenen üç beyefendiyle birlikte küçük salonlardan birinde kestirmişti.
Bay Loisel dönüşte omuzlarını örtmek için getirdikleri mantoyu,o gündelik giysiyi
yoksulluğu balo tuvaletiyle çelişen kumaş parçasını karısının sırtına attı.Kadın bunu
hissediyor ve zengin kürklere sarınan diğer kadınların kendisini görmemeleri için acele
etmek istiyordu.
Dur biraz,”dedi Loisel.”Dışarda üşütürsün.Bir taksi çağıracağım.”
ama kadın onu dinlemeyerek hızlı adımlarla merdivenlerden aşağı indi.Sokağa çıkınca
araba bulamadılar ve aramak için titreyerek Seine’doğru yürüdüler.Sonunda rıhtımda
Paris’te sanki gündüzleri sefaletlerinden utanıyorlarmış gibi geceleri ortaya çıkan o eski
kupa arabalarından birini gördüler.
Araba kendilerini Martyr Sokağı’ndaki evlerinin önüne kadar getirdi ve yorgun
adımlarla dairelerine çıktılar.Kadın için her şey sona ermişti.Adam ise saat onda bakan-
lıkta bulunması gerektiğini düşünüyordu.
Kadın ayna önünde mantosunu çıkararak bütün o görkemini son bir kere daha
Görmek istedi.Ancak birden bir çığlık kopardı.Gerdanlık boynunda değildi.
Yarı yarıya soyunmuş olan kocası,”Ne oldu?”diye sordu.
Kadın heyecanla erkeğe döndü.
Bayan Forostier’in gerdanlığı boynumda değil.”
Ne! Nasıl olur? Mümkün değil.”
Elbisenin ve montonun kıvrımlarına baktılar,ceplerine baktılar, ama bulamadılar.
Balodan ayrılırken boynunda olduğundan emin misin?”
Evet,holde elimi sürdüğümü hatırlıyorum.”
Sokakta düşürmüş olsaydın sesini duyardık.Herhalde arabada düşmüştür.”
Herhalde.Numarasını almış mıydın?”
Hayır.Ya sen nasıl bir araba olduğuna dikkat etmiş miydin?”
Hayır.”
Her ikisi de yıkılmış bir halde birbirlerine baktılar.Loisel tekrar giyindi.
Ben yürüdüğümüz yerlere bir kere daha bakacağım,”dedi.
Kocası gidince yatağa gidecek gücü kalmayan Bayan Loisel üzerinde tuvaleti
olduğu halde hiçbir şey düşünemeden bir sandalyeye çöktü.
Kocası saat yediye doğru döndü.Hiçbir şey bulamamıştı.
Sabah polise ve araba şirketlerine gitti,gazetelere bir ödül vaat eden ilanlar
verdi.Kendilerine bir umut sağlayacak her şeyi yaptı.
Kadın bu müthiş felaketten,düştüğü şaşkınlıktan hiç çıkmadan bütün gün bekledi.
Loisel solgun bir yüzle akşam döndü;hiçbir şey bulamamıştı.
Arkadaşına bir mektup yazıp gerdanlığın klipsinin kırıldığını ve tamir ettireceğini
bildir.Bu bize biraz zaman kazandırır.”
Kadın kocasının dediğini yaptı.
Bir hafta sonra artık bütün umutlarını kaybetmişlerdi.Karısından beş yaş daha
büyük olan Loisel”Bu gerdanlığın yerine bir başkasını vermek gerekiyor,”dedi.
Ertesi gün gerdanlığın kutusunu içinde adı yazan kuyumcuya götürdüler.Kuyumcu
defterleri karıştırdı.
Bu gerdanlığı ben satmadım,hanımefendi,”dedi.”Ben sadece kutuyu satmıştım.”
Kuyumcu kuyumcu dolaşıp gerdanlığın bir eşini aramaya koyuldular.
Palais-Royal’de bir mağazada kaybettiklerine tıpatıp benzediğine inandıkları bir
tane buldular.Kırk bin franka satılıyordu.Ama kuyumcu kendilerine otuz altı bin franka
verebilecekti.
Kuyumcuya üç gün içinde kimseye satmaması için yalvardılar.Gerçeğini şubat
Sonuna kadar buldukları takdirde kuyumcu gerdanlığı otuz dört bin franga geri alacaktı.
Loisel’in babasından kalan on sekiz bin frangı vardı. Gerisini borç aldı.
Parayı birinden bin,birinden beş yüz frank,bir diğerinden beş louis,ötekinden
Üç louis isteyerek denkleştirmişti.Herkese senet veriyor,tefecilerden borç alıyordu.
Karşılığını ödeyip ödeyemeyeceğini bilemeden senetler verdi,imzalar attı ve sonunda
Otuz altı bin frangı verip gerdanlığı aldı.
Bayan Loisel gerdanlığı Bayan Forestier’e iade edince kadın buz gibi bir sesle,
Daha önce getirmeliydin,ihtiyacım olabilirdi,”dedi.
Kadın arkadaşının korktuğu gibi kutuyu açmamıştı.Eğer gerdanlığın değiştirildiğini
anlarsa kim bilir ne düşünecekti? Ne diyecekti?Onu hırsız sanmaz mıydı?
Bayan Loisel artık yoksulluğun ne demek olduğunu anlıyordu.Ancak kendisi
Cesaretle üzerine düşeni yapmaktaydı.Bu korkunç borcu ödemek gerekliydi.Ödeyecekti de.
Hizmetçilerini gönderdiler,evlerinden taşınıp bir çatı arasına yerleştiler.
Kadın evin ağır işlerini,bir mutfakta çalışmanın ne demek olduğunu öğrendi.Bulaşıkları
Yıkıyor,pembe tırnaklarıyla yağlı tencerelerin ve tavaların diplerini kazıyordu.
Kirli çamaşırları yıkayıp kuruması için ipe asıyor,her sabah çöpü sokağa indirip
Yukarı su taşıyor,yorgunluktan her katta soluklanmak için durmak zorunda kalıyordu.
Ve halktan biri gibi bakkala,kasaba,manava gidiyor,her metelik için kıyasıya pazarlık
ediyordu.Her ay senetlerden bazıları yenilenerek zaman kazanılıyor,bir kısmı da
deniyordu.
Kocası akşamları çalışıyor,bazı tüccarların defterlerini tutuyor,geceleri de
sayfası beş meteliğe kopya çekiyordu.
Ve bu yaşam on yıl sürdü.
On yıl sonra tefecilerin faizleriyle birlikte bütün borçlarını ödemişlerdi.
Bayan Loisel artık yaşlanmış gibiydi.Güçlü ve haşin bir kadın,yoksul evlerin
o kaba saba kadınlarından biri olmuştu.Tarak yüzü görmemiş saçları,çarpık eteği,kı-
zarmış elleri vardı;bağıra bağıra konuşuyor,kova kova suyla döşeme tahtalarını yıkıyordu.
Ama kimi zamanlar kocası işteyken pencere önünde oturur, o eski günlerin balosunu
o kadar güzel olup iltifatlara boğulduğu o baloyu düşünürdü.
Gerdanlığı kaybetmeseydi nasıl olurdu acaba? Kim bilir? Yaşam ne kadar garip ve
ne kadar değişikliklerle doluydu!Basit bir şey nasıl bir insanı kurtarıyor ya da mahvediyordu.!
Bayan Loisel bir Pazar günü haftanın sıkıntılarını unutmak için Champs-Elysee’de
dolaşırken birden çocuğunu gezdiren bir kadın gördü.Bu, hala genç,hala güzel ve çekici
olan Bayan Forestier’di.Bayan Loisel duraksadı.Onunla konuşmalı mıydı? Evet,konuşacaktı.
Artık borçlarını ödediğine göre ona herşeyi anlatacaktı.Neden anlatmasındı ki?
Kadına yaklaştı.”Günaydın,Jeanne.”
Arkadaşı kendisini tanıyamamış,böyle halktan birinin kendisine teklifsizce hitap
Etmesine şaşırmıştı.
Ama hanımefendi...ben sizi tanımıyorum..bir yanlışlık olacak..”diye kekeledi.
Yanlışlık yok,ben Matilda Loisel’im.”
Arkadaşı bir çığlık attı.”Vah benim zavallı Matilda’cığım!Ne kadar değişmişsin..”
Evet,seni son gördüğümden bu yana çok güç günler geçirdim.Çok kötü günler.
Ve hep senin yüzünden...”
Benim yüzümden mi?Nasıl?”
Bakanın balosundan takmam için verdiğin o gerdanlığı hatırlıyor musun?”
Evet,gayet iyi hatırlıyorum.”
Onu kaybetmiştim.”
Nasıl olur?Bana iade ettin ya.”
Sana onun tıpatıp eşi olan bir tane iade ettim.Ve bedelini ödememiz tam on
yılımızı aldı.Hiçbir şeyi olmayan bizler için bunun kolay olmadığını tahmin edebilirsin.
Ama borçlar ödendi artık ve şimdi çok memnunum”
Bayan Forester durakladı.
Yani benimkinin yerine elmas bir gerdanlık mı satın aldığını söylemek istiyorsun?”
Evet.Demek fark etmemiştin?Birbirlerine çok benziyorlardı.”
Ve Bayan Loisel gurur ve sevinçle gülümsedi.Bayan Forestier pek üzgün bir
Tavırla eski arkadaşının ellerini avuçları arasına aldı.
Vah zavallı Matildacığım!Benimki sahteydi.Beş yüz frank bile etmezdi!”
GUY DE MAUPASSANT
Milli Eğitim Bakanlığı

Seçme Hikayeler