SÛDÛR
NAZARİYESİ
Tanrı’nın
bütünüyle saf ve basit olduğunu, tanrıda kompleks
hiçbir şey bulunmadığını belirtmek, Tanrı’nın Mutlak Birlik
olduğuna işaret etmek için, Plotinus Tanrı’dan Bir diye söz
eder. Bir olan Varlık olarak Tanrı tanımı, Tanrı’nın
değişmediğini ve dolayısıyla O’nun yaratılmamış ve
bölünemez olduğunu gösterir. Zira Tanrı değişse, bölünebilse
ya da yaratılmış olsa, birliğini kaybeder. Plotinus’a göre,
Tanrı bir olduğu için, içinde yaşadığımız duyusal dünyadaki
şeyleri yaratmış olamaz. Çünkü yaratma bir eylemdir ve her
eylem bir değişme halini zorunlu kılar. Bundan dolayı, Tanrı
aşkındır, O her türlü düşünce ve varlığın ötesindedir.
O’na ne öz, ne varlık, ne de yaşam yüklenebilir. Çünkü bütün
bu ayırım ya da yüklemler bir ikiliğe yol açarlar. Öyleyse,
Tanrı hakkında, yalnızca O’nun bir, bölünemez, değişmez,
ezeli ve ebedi olduğunu, varlığın ötesinde bulunduğunu, kendi
kendisiyle hep aynı kaldığını, O’nun için geçmiş ya da
gelecekten söz edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Plotinus, işte bu
durumda dünyanın yaradılışını ve var oluşunu açıklamak
için, felsefe tarihinin ilk türüm (sûdûr) öğretisini
geliştirmiştir.
Plotinus’a
göre bütün tanrısal sıfatları ve kemali kendinde toplayan ve
saf bir cevher, tek ve mutlak varlık olan Bir, yani Allah, bütün
varlığın temelidir’. Bu tek ve mutlak varlıktan, önce akıl,
sonra semâvî ruhlar, daha sonra insan ruhu ve en sonda da madde
âlemi çıkar. Bu çıkış, ona göre zorunludur.
İslam
filozoflarında da ilk olarak Farabi temelde Yeni-Plâtoncu
Plotinus’u takip ederek evrenin yaratılışında ‘sudur’
teorisini benimsedi. Buna göre göksel ve dünyevi varlıklar
determinist bir süreç sonucu ilk varlık olan Allah’tan
türemişlerdi.
İbn
Sina’nın sudur teorisinin farabi’nin kinden esas itibariyle
farklı bir tarafı yoktur. Çünkü her ikisi de bu konu da
İskenderiye ekolünden, yani yeni eflatunculuğun temsilcisi
Plotin’den istifade etmişlerdir. Fakat İbn Sina, Farabi’ye
nisbetle maddeye daha az önem atfederek ma’kulatı* maddeden
üstün tutmuştur. Hatta nefsi de ma’kulat ile cisimler arasında
bir vasıta gibi görerek maddeyi en aşağı varlık olarak kabul
etmiştir. Ancak Farabî de, İbn Sina’da bu nazariyeye Plotin’den
daha farklı bir yorum getirmişlerdir.
Meşşai filozoflara
göre, zorunlu varlık yine her türlü feyzin başlangıcıdır. Ve
bu feyezan etmede bir kast olmamakla beraber bu kendiliğinden de
olmamaktadır. Yani onun bu sudûra bilgisi ve rızası da yok
değildir.
Sûdûr
anlayışlarını filozoflar, varlık, akıl, bilgi, nübüvvet gibi
konulardaki düşünceleriyle de irtibatlandırarak fizik ve
metafizik sistemlerindeki bütünlüğü sağlamaya çalışmışlardır.
İlk
olarak varlıkla olan ilişkisini ele alacak olursak, genellikle
İslam filozofları varlığı zorunlu (vacibu’l – vücud) ve
mümkün (mümkin-ül vücud) olamak üzere iki kategoriye ayrılarak
incelerler. Çünkü herhangi bir şeyin varlığı hakkında
“zorunludur” veya “zorunsuzdur” ifadesinin dışında üçüncü
bir ihtimale yer yoktur. Gerçi İbn Sina ve İslâm kelâmcıları
üçüncü bir kategori olarak “imkânsızlık”tan söz
etmişlerse de bu, “ yokluk”la özdeş sayıldığı için sadece
mantıki olarak bu kategoriye yer verilmiştir. Zorunlu varlık, var
olması için hiç bir sebep bulunmayan varlıktır. Bir başka
söyleyişle bu varlığı bir an için yok saydığımızda, mantık
bakımından bir çıkmaza ve açmaza gireriz; yani evrendeki en
basit olaydan en karmaşık varlığa kadar hiçbir şeyin var
oluşunu ve işleyişini açıklayamayız ve o zaman bir zorunlu
varlığın mevcudiyetinden söz etmek zorunda kalırız: Bu zorunlu
varlık Allah’tır. Sebep sonuç arasındaki zorunlu ilişkiden
kalkarak aklımız bizi böyle bir zorunlu varlığın mevcudiyeti
düşüncesine götürmektedir. Mümkün varlık ise varlığını
başkasından alan ve bir sebebe dayanan varlıktır. , Bir başka
deyişle mümkün varlığı bir an için yok sayacak olsak, bu durum
bizi herhangi bir mantıkî çıkmaza sürüklemez. Evrendeki tüm
varlıklar mümkün varlıklardır ve varlıklarını zorunlu varlık
olan Tanrı’dan almışlardır.
Burada
ister istemez Tanrı-varlık ilişkisi gündeme gelmekte, “mümkün
varlık olan bu kâinat‘varlığını Tanrı’dan nasıl almış
ve bu kozmik düzen nasıl oluşmuştur?” sorusu akla gelmektedir.
İşte Fârâbî “sudûr teorisi” adı verilen bir doktrinle,
mümkün varlıkların zorunlu varlıktan nasıl çıktığını ve
kozmik düzenin nasıl olup işlediğini yorumlamaktadır.
Burada
şu hususu da belirtmek gerekir ki Kur’ân-ı Kerîm’de ve bütün
semâvi dinlerde mümkün varlıklar tanımına giren kâinat,
Allah’ın özgür iradesinin ve mutlak kudretinin bir sonucu olarak
yaratılmıştır. İslâm filozofları bunu kabul etmekle birlikte,
yaratma ve yaratılışın bir süreç olduğunu ve burada bir
zamandan söz etmek gerektiğini, oysa zamanın madde ve hareketten
bağımsız düşünülemeyeceğini öne sürerek varlığın
oluşumunu sudûr teorisiyle yorumlamışlardır. Ayrıca bu konuda
başka güçlüklerin de var olduğundan söz etmişlerdir..
Sözgelimi bu evren Allah tarafından yaratıldıysa buradaki çokluk
nasıl izah edilecektir yani mutlak anlamda bir olan Allah’tan bu
varlık nasıl meydana gelmiştir? Bu durum Allah’ın zatında da
bir çokluk bulunduğu düşüncesine götürmez mi ve bu durum O’nun
birliği ilkesine zarar vermez mi? İslâm filozofları bu
sakıncaları sıraladıktan sonra bu konuda Plotinus’tan gelen bir
anlayışla “birden ancak bir çıkar” ilkesini de genel geçer
bir ilke sayarak, yaradılış düşüncesine karşı Allah ile maddi
kâinat arasına “akıl” adını verdikleri manevî varlıkları
koyarak sudûr sistemiyle kozmosu yorumlamışlardır. Farabi ve İbn
Sina gibi meşşai filozoflar, “feyiz teorisi” , “kozmik
akıllar teorisi” “on akıl teorisi” gibi adlarla anılan sudur
teorisiyle ezeli olanla sonradan olan; değişmeyenle değişikliğe
uğrayan; bir, mutlak ve zorunlu olanla çok ve mümkin olan
varlıklar arasındaki ilişkiyi belirlemek ve bütün kâinatı
hiyerarşik bir sistem dâhilinde yorumlamak istemişlerdir. Farabi,
Medine ehl el fazıla’da Bir’in, (Tanrı’nın) bizatihi zorunlu
olduğunu, O’nunla çokluk arasında nasıl bir münasebetin
kurulacağı hususunda, zorunlu Bir’den O’nun kendini bilmesi ve
mükemmel olması sebebiyle yalnız başka bir çıkar veya sudur
eder. Sudur eden bu şey ilk akıldır. İbn Sina’ya göre de
Mebdeü’l evvel (tanrı)her yönden bir olduğu için onda çokluk
bulunması mümtenidir. Çeşitli durumlara ve çokluğa şamil
olmaktan uzaktır. Hâlbuki varlıkları bir sebebe bağlı olan
mümkünler çokluktan hali değildirler. O halde vacibü’l vücud
her bakımdan Bir olduğuna göre kendisinden de ancak bir varlık
sûdûr edebilir.
Buna
göre ilk varlık olan Allah, her türlü iyilik, güzellik ve
yetkinliğin kaynağıdır. O hiçbir şeye muhtaç olmadığı için
herhangi bir amacı da yoktur. Zira amaç bir eksikliği ve ihtiyacı
belirler. Yüce ve aşkın olan varlık, süfli ve bayağı olan
mümkün varlıkları amaç edinmez. Şu halde son derece cömert ve
kâmil olan Allah’ın irade ve ihtiyarı olmadan bu kâinat tabii
bir zorunlulukla O’ndan çıkarak meydana gelmiştir. Yalnız
buradaki zorunluluk mantık bakımından bir zorunluluk olmayıp,
Allah’ın zorunlu varlık olmasından kaynaklanan bir
zorunluluktur. Yani O’nun zorunlu, yetkin ve inayetinin bol oluşu
iradesine gerek kalmadan varlığın O’ndan çıkmasına sebep
olmuştur. Daha doğrusu mutlak olan Allah, aynı zamanda salt
akıldır, kendi zatını bilir, dolayısıyla kendisi tarafından
bilinir.
Bu
noktada filozoflar, Allah’ın bilgisi mevzusuna kısmen değinmiş
olurlar. O hem akıl, hem akleden (akil) hem de akledilendir
(ma‘kûl). Bu kavramların üçü de Allah hakkında aynı şeyi
yani mutlak bilinci ifade etmektedir. İşte Allah‘ın kendi zâtını
bilmesi, bu varlığın O’ndan çıkmasına sebep olmuştur. Bir
başka söyleyişle bilgi ve düşünce bir eyleme neden olmuştur.
Bu bağlamda bilme ile yaratma aynı anlama gelmektedir. İbn Sina’ya
göre, “vacibü’l vücud’un kendi zatını düşünmesi, varlık
için bir sebeptir. Ancak zaruri varlığın tekvînde yani
varlıkları meydana getirmede bizim kastımız gibi bir niyeti ve
kastı yoktur. O, zaruri varlık olduğu için taakkul etmesi ve bu
düşünmenin neticesi olarak zatından varlığın fezeyan etmesi de
zaruridir. Çünkü Allah zatını zorunlu olarak düşünmektedir.
O’nun özüyle vacibü’l vücud olması her bakımdan zaruri
olmasını gerektirir. Kendi zatını zaruri olarak düşününce
meydana gelen varlıklar da zaruri olarak var olacaktır. Şüphesiz
bu anlayış, âlemin ezeli olduğu düşüncesini de beraberinde
getirir. Çünkü Allah’ın bilgisi zâtı gibi ezeli olduğuna,
ezelden beri kendisini bildiğine göre, bu bilmenin sonucunda
meydana gelen varlığın da ezelî olması mantıki bir
zorunluluktur.
İbn
Sina, Farabi gibi temelde Yeni-Plâtoncu kozmolojiyle süslenmiş
Aristocu metafiziği kabul etti. Buna yaptığı ana katkı, Aristocu
ezeli evren görüşüyle İslami yoktan yaratılış görüşünü
uzlaştıracak bir formül bulmaktı. Bunun için Aristoteles’in
metafiziğinde önemli bir değişiklik yaparak var oluş (vücud) ve
öz (mahiyet) kavramlarını birbirinden ayırdı; zira bir şeyin
özünü bilmek o şeyin var olup olmadığını bilmekten
bağımsızdı.
Varlıklar zorunlu ve mümkün olmak üzere
iki çeşitti. Var olmadıklarını varsaymanın bir çelişki
yaratmadığı varlıklar mümkün varlıklardı ve bunlar var
oluşlarını kendi dışlarında bir varlığa borçluydular. Bu
açıdan bakıldığında dünyada gördüğümüz bütün nesneler
gibi evrenin kendisi de mümkün bir varlıktı. Mümkün varlıklar
zincirinde sonsuza kadar geriye gidemeyeceğimize göre varlığı
kendi dışında bir şeye bağlı olmayan ve diğer her şeyin
varlığını borçlu olduğu bir zorunlu varlığı kabul etmemiz
gerekiyordu. Bu varlık da Allah’tı. Sadece Allah’ta var oluş
ve öz aynı şeydi; diğer bir deyişle Allah’ın özü var
olmaktı. Yaratmanın anlamı da Allah tarafından özlere (veya
formlara) varlık verilmesiydi. Fakat bu, zaman içinde gerçekleşen
bir olay değildi. Yani evrenin var olmadığı bir zaman yoktu ve bu
açıdan evren ezeliydi. Allah’ın evrene önceliği zaman
bakımından değil, mantıksal veya ontolojik bakımdandı. Zira İbn
Sina’ya göre yaratılışı zaman içinde gerçekleşen fiziksel
bir olay olarak görmek içinden çıkılmaz çelişkiler
yaratıyordu. Ayrıca İbn Sina’nın sisteminde yaratılış,
Farabi’ninki gibi determinist bir süreç olmaktan çıkıp
Allah’ın iradesine bağlı kılınıyor ve böylece İslam’ın
ruhuyla da daha uyumlu hale geliyordu. Fakat yaratılış bu anlamda
düşünüldüğünde, kozmolojik sürecin bir parçası olan semavi
akılların da yaratıcı özelliği vardı. İbn Sina da Farabî
gibi yaratıcıyla yaratılmışı birbirinden kesin olarak ayırmayıp
bunların kozmolojik zincirdeki sürekliliğini vurguladı.
İbn
Sina’nın sûdûr nazariyesi üç temel üzerine oturtulmuştur;
a- “birden
yalnız bir çıkar” ilkesi
b- Vacibu’l
vücud için düşünmek, ibdâ etmek demektir.*
c- Varlıkların
zaruri ve mümkün diye iki kısma ayrılması.
İbn
Sina, Aristo’da yer alan hareket etmeyen hareket ettirici problemi
üzerinde durmaz. Onun maksadı Allah’ın yalnızca bir son ve gaye
sebep olmayıp aynı zamanda bir fail sebep olduğunu ispat etmektir.
Bu sebeple o, Allah ile âlem arasındaki münasebeti açık bir
şekilde ortaya koymak ve buna bağlı olarak da “halk” ve
“ibda”ın açıklamasını yapmak için sûdûrdan bahsetmektir.
“Birden
ancak bir çıkar” ilkesi gereğince zorunlu varlık olan Allah’ın
kendi zatını düşünmesi ve bilmesi sonucunda ondan manevî bir
güç olan akıl çıkmıştır. Bu akıl bir olmakla birlikte iki
farklı niteliğe sahiptir. O, Allah’a nispetle zorunlu, kendi özü
itibariyle mümkün bir varlıktır ve bu yüzden çokluk karakteri
taşımaktadır. İlk akıl da zorunlu varlık olan Allah gibi
düşünür. Fakat bu akıl, hem kendisinden südur ettiği Allah’ı,
hem de kendisinin mümkün varlık olduğunu düşünmek zorundadır.
İşte düşüncedeki bu farklılık sebebiyle çoğalma
başlamaktadır. Allah’tan ilk olarak İlk Akıl çıkmış, bu da
hem en dıştaki gök katına hem de İkinci Akıl’a sebebiyet
vermişti. Böylece sırayla on Akıl ve bunların her birine ait
olan dokuz gök katı -ki son yedisi o zaman bilinen yedi gezegene
karşılık gelir- ortaya çıkmıştı. Onuncu Akıl sayesinde de
evrenin merkezindeki dünya yaratılmıştı. Değişime tabi
varlıkların yer aldığı bu Ay-altı âlemde en aşağı seviyede
ezeli madde vardı. Bundan dört temel eleman (su, toprak, ateş,
hava), onlardan da sırasıyla mineraller, bitkiler, hayvanlar ve son
olarak insan ortaya çıkmıştı.
Farabi
burada, varlık ve bilgi teorilerini bir araya getirecek şekilde,
insanın en üst düzeydeki varlığını da aklı olarak görür.
Şöyle ki: İbn Sina’nın da dediği üzere, İlk aklın Allah’ı
zaruri olarak düşünmesinden ikinci akıl sûdûr eder. Bu ilk
aklın kendi zatını Allah’tan aldığı zaruretle zorunlu olarak
düşünmesinden en uzak feleğin sureti olan nefsi; kendisini, kendi
zatındaki imkân ile düşünmesinden de en uzak feleğin cismi
sûdûr eder. Feleğin sûreti olan nefs, aynı zamanda onun
kemalidir. Şu halde ilk akıldan üç şey sûdûr etmektedir.
İkinci akıl, birinci feleğin sureti yani nefsi ve birinci feleğin
cismi. Bundan sonra her akılda bu üç varlık ibda yoluyla sûdûr
eder. İkinci akıl da ilk akla göre zorunlu, özü itibariyle
mümkün varlıktır. Bu aklın Allah’ı düşünmesiyle üçüncü
akıl, kendisinin mümkün varlık olduğunu düşünmesi sonucunda
ise sabit yıldızlar küresinin nefsi ve maddesi meydana gelir.
Üçüncü aklın Allah’ı düşünmesinden dördüncü akıl,
kendisinin zorunluluğunu düşünmesinden Satürn (Zuhal) yıldızının
nefsi yani formu; mümkün olduğunu düşünmesinden de Satürn’ün
maddesi meydana gelmiştir olur. Dördüncü aklın Allah’ı
düşünmesinden beşinci akıl, kendisinin zorunluluğunu
düşünmesinden Jüpiter’in (Müşteri) nefsi, mümkün olduğunu
düşünmesinden de Jüpiter’in maddesi meydana gelir. Bu şekildeki
bir formülle 10 akıl ve de sırasıyla birinci felek, sabit
yıldızlar küresi, Satürn, Jüpiter, mars (Merih), güneş, Venüs
(Zühre), Merkür (Utarit) ve ay’ın nefsleri ve cisimleri meydana
gelmiştir.
Ay
küresinde gök cisimleri, Ay feleğinin aklı olan faal akılda da
kozmik akıllar son bulur. İbn Sina’ya göre, akılların ilk
sebebi düşünmeleri de faal akılda durur ve faal akıl ilk sebebi
düşünmez. Bu sebeple de kendisinden bir başka akıl çıkmaz ve
akıl silsilesi sona erer. Onuncu akıl olarak anılan faal akıl, ay
altı âlemdeki her türlü fizikî kimyevî biyolojik oluş ve
bozuluşun ilkesi sayılmaktadır. İbn Sina, faal aklın semavi
varlıkların da yardımı ile içinde bulunduğumuz süfli âlemi
yani ay altı âlemini meydana getirdiğini söyler. İbn Sina, faal
akıl ile semavi varlıklar arasındaki irtibatı ve ona olan
yardımlarını, semavi varlıkların canlı oluşuna bağlıyor.
Semadaki yıldızlar, devranî hareketle müşterek sevilene doğru
aşkta birleşirler. İlk sebep, hepsine ortak bir aşk ve arzu
verir.
Farabi’de
İlk akıl, dokuz feleğin ve gezegenlerin akılları da
dâhil olmak üzere akılların sayısı ondur. Çünkü Farabî
yunan astronomlarının özellikle de Batlamyus’un benimsediği
evrenin arz etrafında ezeli olan dairesel hareketle dönmekte olan
dokuz gök küresinden (felekten) oluştuğu şeklindeki teoriyi
takip etmektedir. Akıllar ve nefsler bu hareketi başlatanlardır.
Ona göre her bir feleğin kendi aklı ve nefsi vardır. Onuncu akıl,
arz âlemine ait işleri idare eder. Nefs, feleğin doğrudan hareket
ettiricisidir. Ama o, gücünü akıldan alır, akla duyduğu arzuyla
hareket eder. Kemale ulaşma arayışı bu aklın feleğini harekete
geçirir. Böylece onun hareketinin kaynağı arzu oluyor. Akıl da
kendi sırasına göre daima arzu içindedir. Aşağı olan üstün
olana ve hepsi birden kedisi hareket etmediği halde hareket ettirici
olan Bir’e arzu duyarlar. Onuncu akıldan ilk madde ya
da heyûlâ çıkar ki, bu dört unsurun kaynağıdır. Ve yine aynı
akıldan cisimleri meydana getirmek üzere bu heyula ile birleşen
muhtelif formlar sudur eder. Arz âlemi sadece bir dizi değişik
türden formun madde ile birleşmesi veya maddeden ayrılması
sonucudur. Değişme için gerekli sıcaklığı ve soğukluğu güneş
sağlar. Bütün akıllar ayrı ayrı yeryüzü âlemine uygun
hareketler meydana getirirler. Bu suretle fizik kozmoloji ile
kaynaşmış, yeryüzü göklerdeki âleme bağlanmıştır.
Tanrı’nın birliğini korumak için Farabî tanrı ile arz âlemi
arasında on aklın olmasına sığınır.
İbn
Sina, faal akılda ay altı âlemdeki varlıkların suretleri
mevcuttur der. O, semavi varlıkların da yardımı ile bu suretleri
dağıtmaya başlar. Bu yüzden faal akıla “vahibu’s suver”
(şekilleri veren) de denilir. Yine İbn Sina, semavi cisimlerin
dairevi hareketlerindeki ve durumlarındaki farklılığın ay altı
âlemdeki varlıkların da madde ve suretçe farklı olmalarını
gerektirdiğini söyler. Farabiye göre de bu akıldan beşeri ruhlar
(nefsler) ve dört unsur çıkar. (el Medine el Fadıla) Farabi, aynı
eserinde bu akıllar ve nefislerin belli mertebeler içinde olduğunu
söyler. Bu hiyerarşide ilk akıl en aşkın olanıdır ve onu
feleklerin nefisleri ve onları da bu felekler izler. Bu sıranın en
sonunda dünya ve madde âlemi gelir ki, dördüncü mertebededir.
Aristo’dan
miras kalan, Farabi’nin bütün bir bilgi teorisinin çekirdeği
konumundaki akıl meselesi, sudurla ilişkili olup nübüvvet
teorisinin de temelini oluşturur. Aristo’nun “ruh üzerine”
adlı eseri kadim devirlerde yapılan şerhleriyle birlikte Süryanice
ve Yunancadan yapılan tercüme aracılığıyla Araplara geçti. Ve
birçok filozof bu kitaptan ilham alıp psikolojiye dair risaleler
kaleme aldılar ve daha ziyade skolâstik dönem filozoflarının
üzerinde durduğu problemlerin en başta geleni olan akıl meselesi
ile ilgilendiler.
Farabî
aklı, ne yapması gerektiğini tayin eden ameli (pratik)akıl ve
ruhun kemale ermesine yardımcı olan nazari (teorik) akıl olmak
üzere ikiye ayırır. Teorik akıl da tekrar üçe ayrılır; maddi
(heyulani) akıl (akl bil kuvve) ki buna Farabî zaman zaman
potansiyel akıl ismini verir; akl bilfiil ve de meleke halindeki
akıl, kazanılmış akıldır (akl müstekeb). Heyulani akıl, ruhun
bir parçası veya eşyanın niteliklerini soyutlayabilen veya
kavrayabilen bir gücüdür. Düşünülürler potansiyel olarak
duyulur nesnelerde mevcuttur; bunlar duyulardan soyutlandığında
artık zihinde bilfiil mevcut olurlar. Bu algılamayı ve soyutlamayı
yani düşünülürleri zihne nakledildiğinde akıl artık
potansiyel akıl olmaktan çıkıp bilfiil akla dönüşür. Böylece
bilfiil akıl ya da Farabi’nin diğer kullandığı isimle meleke
halindeki akıl, zihin bütün düşünülürleri kavramaya muktedir
olmadığı için, idrak ettiklerine nispetle bilfiil akıl, henüz
idrak etmediklerine nispetle de potansiyel akıldır. Düşünülürlerin
kendisi ise duyulur nesnelerde potansiyel olarak mevcuttur. Duyulur
nesnelerden soyulup çıkarıldıklarında ise bilfiil düşünülürler
haline gelirler. İnsan bir kere bu bilfiil akıl seviyesine
yükseldikten sonra artık kendisini kavrayabilir. Bu tür bir
kavrayışın dış dünya ile bir alakası yoktur; o zihni ve soyut
bir kavrayıştır. Akıl, soyutları kavrayabilme gücünü elde
etmeye başladığında ise tekrar daha yüksek bir mertebeye,
müktesep (kazanılmış) akıl seviyesine veya insan aklının,
maddi nesnelerle hiçbir ilişkisi olmayan soyutları kavrama
yatkınlığı kazandığı seviyeye ulaşır. Şu halde
akıl, tedricen potansiyel akıldan bilfiil akla ve sonunda müktesep
akla yükselebilmeye muktedirdir. Ama bu tedrici yükselme
kendiliğinden değildir. Zira onun başlangıç safhası
düşünülürler ve potansiyel akıldır ve potansiyellikten bilfiil
hale dönüşüm eylemi buna elverişli olup dönüşümden önce
eylem halinde olan birinin etkisi olmaksızın asla
gerçekleşemez. Bu önceden eylem halinde olan şey faal
akıldır, yani on akıldan sonuncusudur.
Farabî’de
İnsan bilgisi mufarık (sayut) akıllardan gelen bir aydınlanmaya
dayanır; güneşin gözümüzle ilişkisi ne ise faal akıl da
insanla aynı ilişki içindedir. Görmek için gözümüz güneş
ışığına muhtaçtır, aynı şekilde aklımız ancak yolunu
aydınlatan faal akıl tarafından perdesi sıyrıldığı zaman
idrak etmeye muktedir olur. Güneş, ışığını gönderip çevreyi
aydınlatmayınca göz varlığa ait renk ve şekilleri
algılayamadığı gibi, faal akıl da feyzini görmedikçe, insanda
hiçbir bilgi meydana gelmez. Böylece tasavvuf (mistisizm) felsefe
ile kaynaştırılmakta ve akli bilgi vecd ve ilham ile bir
olmaktadır.
Farabî,
bu akıl teorisinin, Aristo’nun “de Anima’sının üçüncü
bölümüne dayandığını beyan eder. Fakat o, buna ilaveler
yaparak katkıda bulunmuştur. Onun müktesep akıl kavramı
Aristo’ya yabancıdır. Zira o, hemen hemen soyut akıllarla
özdeştir ve insan bilgisi ve vahiy arasında bir rabıta görevi
yüklenir. Bu, Farabi’nin tasavvufa eğiliminin ve Plotinus
sistemine yaslanmasının tabi sonucudur. Bilginin vizyon ve ilhamın
doğrudan bir sonucu olması; ayrıca zihne soyut formları sunarak
ve onun yolunu aydınlatarak bilginin kazanılmasında faal aklın
etkisini göz önünde tuttuğumuzda bu durum daha açık hale gelir.
İbn
Sina’da aklı, faal (ilahi) akıl ve beşeri akıl olmak üzere
temelde ikiye ayırdıktan sonra, beşeri aklı da faal akla bağlı
olarak dört ayrı gruba ayırmaktadır. Bunları heyulani akıl,
meleke halindeki akıl, fiil halindeki akıl ve müstefad akıl
şeklinde tanımlamaktadır. Heyulani akıl, nefsin bilgi edinmede
doğuştan sahip olduğu yetenektir. Bu gücün gelişmesi ve
olgunlaşması meleke halindeki akla dönüşmektedir. Faal akıl,
özne ile nesnenin ilişkisi sonucunda bilgilerin zihinde belirgin
hale gelmesidir. Müstefad akıl ise “varlığa ait formların
maddeden soyutlanarak bilgi şeklinde tam teşekkül etmiş halidir.”
İbn Sina’ya göre ‘faal aklın’ yardımı olmaksızın beşeri
akıl kendiliğinden hiçbir bilgi üretemez.
Konu
ile ilgili dört eseri bulunan İbn Rüşd, aklın mahiyet ve
fonksiyonlarındaki farklılığı nefsin farklı görünümleri
olarak görmektedir. Ayrıca ona göre faal akıl insanın dışında
bulunan bir şey olmayıp insan nefsinin kemale ermiş, soyut bir
varlık kazanmış halidir.
Beşeri
bilginin kısa izahından sonra ilahi bilgi meselesine gelince ise,
Filozoflara göre Allah, yalnız tümelleri, yani varlık düzenini
ve tabiat kanunlarını bilir, tikelleri, bu âleme ait
olayları teker teker bilmez. Filozofların böyle düşünmesinin
sebebi şudur; Allah, kendi özünü bilir. Onun için
kendi özünü bilmekle varolmak aynı şeydir. Yeni- Eflatunculuktan
gelen bu görüş, âlemin sudûr ile açıklanması, yâni
âlemin Allah’tan Feyezanı fikrine dayanmaktadır. Gazali, bu
konuda filozofların prensiplerinden ayrılıyor. Ona göre, âlemin
başsız, sonsuzluğunu veya suduru kabul etmek doğru değildir.
Bu
noktadan da sudûr’un nübüvvet ile olan ilişkisine
değinebiliriz. Farabi’nin peygamberlik hakkındaki teorisi din ile
felsefeyi uzlaştırmak için atılan en önemli adımlardan biri
olarak mütalaa edilir. Platon’un Devlet’indeki filozof hükümdarı
hatırlatacak bir sisteme Farabî bir de sema âlemiyle iletişim
kurabilme kabiliyetini ekler. Faal akılla iletişim kurmak iki yolla
mümkündür: tefekkür ve ilham. Ruh, araştırma ve inceleme sonucu
ilahi ruhu alabilecek hale geldiği müktesep akıl mertebesine
yükselir. Bu mertebe ancak, görünmez olana nüfuz edebilecek ve
“nur âlemi”ni idrak edebilecek olan filozof ve bilgelerin kutlu
ruhları tarafından elde edilebilir. “kutlu ruh” yukarıda
olanlarla öylesine meşguldür ki, aşağıda olana bakmaz bile;
onun harici duyumları asla deruni duygularına galip gelemez. O,
yüce ruh’tan ve meleklerden herhangi bir beşeri talime ihtiyaç
olmaksızın doğrudan bilgi alır. Şu halde bilge kişi, sürekli
teorik çalışma vasıtasıyla faal akılla temas kurar. Bu temas
peygamberlerde gerçekleştiği gibi tahayyül yoluyla da mümkündür.
Çünkü onlara ilham ve vahiylerin tamamını tahayyül edebilme
yolu açılmıştır. Farabiye göre, “şayet belli bir şahısta
muhayyile melekesi çok güçlü ve mükemmel olursa ve harici
duyumlar tarafından tamamen işgal edilmemişse, en büyük
güzelliğin tahayyüllerini ve en yüksek kemalin yansımalarını
alacağı faal akılla iletişim kurar. İnsanda tahayyül melekesi
bir kez tamamen mükemmel oldu mu, o artık uyanıkken faal akıldan
o andaki ve gelecekteki olayların haberlerini önceden alabilir ve
elde ettikleriyle de ilahi meseleler hakkında kehanette bulunur.”
Öyleyse peygamberlerin en başta gelen vasfı, onun, aracılığıyla
uykuda ve uyanıkken faal akılla temas kurabileceği ve sezgi ile
ilham alabileceği canlı bir muhayyileye sahip olmasıdır. Ve
vahiy, faal akıl yoluyla Tanrı’dan gelen bir fezeyan (taşma) ve
sûdûrdan başka bir şey değildir. Faal akıl, ilahi kanun ve
ilhamların kaynağıdır. Farabi’nin gözünde o, adeta İslam
akidesinde olduğu gibi vahiy meleği (Cebrail) gibidir. Peygamber ve
filozof için birincisi muhayyile vasıtasıyla, ikincisi de teorik
düşünme ve tefekkür aracılığıyla olmak üzere faal akılla
temas kurmak, imkân dâhilindedir. Her ikisi de aynı kaynaktan
beslendiğine ve bilgiyi yukarıdan aldıklarına göre bu
anlaşılabilir bir şeydir. Aslında dini hakikat ile felsefi
hakikatin her ikisi de muhayyile ile tefekkür aracılığıyla ilahi
nurun parıldamasıdır.
Farabi,
Aristocu felsefenin kendisinden ziyade bunun -özellikle kozmolojisi
itibariyle İslam’la daha uzlaşabilir gibi görünen-
Yeni-Plâtoncu yorumu benimsemişti. Ona göre doğrudan gerçeğe
ulaşmanın yolu felsefeydi; din ise bu gerçeğin halkın
anlayabileceği şekle sokulmuş haliydi. Dinle felsefe arasındaki
görünürdeki çelişkiler dinin sembolik anlatımından
kaynaklanıyordu ve bu gibi durumlarda akıl yoluyla varılacak
sonuçlar esas alınmalı, dinsel hükümler buna göre
yorumlanmalıydı.
İbn
Sina peygamberlerin bilgisini filozoflarınkinden üstün görerek bu
konuda da İslami görüşe Farabi’den daha yakın durdu. Fakat
peygamberin getirdiği bilginin temelindeki gerçeği anlamak için
bunun dış anlamına bağlı kalmaktan ziyade akıl yoluyla
yorumlamak gerekiyordu. Buna bağlı olarak -kozmolojik sistemine
uymayacağından dolayı- maddi dirilmeyi İbn Sina da reddetti.
Özetle
onuncu (Faal) Akıl hem bu dünyanın yaratıcısı hem de insan
aklının aydınlatıcısıdır. Formlar Faal Akıl’ın zihnindedir
ve maddi varlık kazanarak dünyayı oluştururlar. İnsan aklı ise
maddenin ötesindeki formları bu Akıl yardımıyla kavrayarak
tekrar bir üst düzeye çıkar.
Son
olarak sûdûr meselesinde yine İslam filozoflarından olan
Gazali’nin görüşlerine de değinecek olursak, Gazali’deki
“feyz”in, ontolojik değil, daha çok psikolojik ve tasavvufi bir
karakter arz ettiğini söylemek gerekir. Gazali’den önceki
filozoflarda feyz, kısaca tanrıdan maddi âlemin çıkışıdır.
Gazali’de ise Allah’tan çıkan, feyezan eden, böyle madde değil
de, ilâhi kaynaklı bilgi, marifettir, denebilir. Mişkat’ta,
Munkiz’de, İhya’da, Risaletü’1-Ledünniye’de anlattığı
feyz, muhtemelen, budur. Ona göre, Allah’tan feyezan eden bu
marifet nurlarını, aklın kavraması mümkün değildir. Bunun için
aklın üstünde bir kavrayış gücü, hads veya sezgi gereklidir.
Bunu o, Keşf, Kalb Gözü; elde edilen bilgiye ise mükaşefe ilmi,
diyor. Bu kavrayış gücü ile insan, Allah’tan gelen feyzleri
telakki edebilir.
Gazali
felsefi öncül olarak yaratış fikrini koyuyor. Âlem, yoktan var
olmuştur. Bu zaruri bir varlığın gerektirilmesi ile değil,
Allah’ın hür iradesi iledir. Böyle olması tabiatta gördüğümüz
düzen gibi ak
ıl
aracı ile değil, akıl üstü bir güç, kalp gözü ile
anlaşılabilir. Bundan dolayı da Allah, yalnız kendi özünü
değil, başkasını da; yani âlemin teferruatını da bilir.
Değerli
kardeşimiz;
Sudur
nazariyesine
göre kainat, İlâhı Varlık'tan tedricî olarak genişleme ve
yayılma (Extantion) yoluyla meydana gelmiştir. Bu nazariyenin
temeli büyük ölçüde Platinos'un düşüncesine dayanır.
Plotinos'a göre her şey (kâniat) kendisine "varlık"
sözünün bile bir sınırlama getireceği; kuvve ve fiil halinin de
üstünde olan, diğer bir ifade ile varlık sözünün ifade ettiği
manayı dahı aşkın olan ilk ilke'den sudür etmiştir. O, ilk
ilke'nin "tek"liği üzerinde titizlikle durur. Her şeyin
ilk İlke'den suduru (tasması çıkması), her şey ancak O'nunla
var olur anlamına gelir. Plotinos'un ilk ilke'sine Farâbı ve İbn
Sina Zorunlu
Varlık (Vacibu'l-Vücûd)derler.
Bu aynı zamanda düşünür ilkedir. O'nun düşünmesi varlığın
nedenidir.
İlk Akıldan da, Zorunlu Varlığı
düşünmesi sonucu İkinci Akıl; kendisinin Zorunlu Varlığa
nazaran zorunlu oluşunu düşünmesinden birinci göğün (felek)
Nefsi; kendi özüne göre kendisinin mümkün (olurlu) oluşunu
düşünmesinden de birinci göğün cismi meydana gelir. Bu tedrici
oluş Faal Akıl ve Yer küresine kadar devam eder (bk. İbn Sina,
En-Nefsü'l-Beşeriyye, s.36, Beyrut 1986; Farabî,
es-Siyasetü'l-Medeniyye, s.48, Beyrut 1911; İbn Sinâ, Necât,
s.288, Beyrut, 1985; Abdurrahman Bedevî, Eflûtın (Plotinos)
İnde'l-Arab, s.134-39; Kuveyt 1977; İsmail Fennî, lügatçe-i
Felsefe, s.26-17, İst. 1341).
Gazzâlî sudur
nazariyesini, sünni kelamcıların yoktan yaratma düşüncesine
ters düştüğü ve sudür sürecinin zorunlu olduğu gerekçesiyle;
bu yüzden de Allah'ın
"Mürîd" oluşu ile çeliştiği için
eleştirir. Meşhur "Tehafütü'l-Felâsife"adlı
eserinde bu konuyu genişçe ele alır. Hatta bu nazariyenin mantıkı
sonucunun Allah'ın her şeyi bildiği hakikatine ters düşeceğini
söyler.
Sudur
nazariyesi İbn-i
Sina tarafından sistematize edilen bir nazariye idi. Allah’ın
kendi zatını bilmesiyle İlk Aklı yarattığını ve İlk Aklın
kendini bilmesiyle İkinci Aklı yarattığı böylece yaratmanın
devam edip gittiği düşüncesine dayanıyordu. Yani
bu nazariyede yaratma konusunda Allah’la varlıklar arasına
çeşitli vasıtalar ikame ediliyordu. El-Kindi
ve Farabi de aynı görüşü savunuyorlardı. Gazâlî katıksız
bir tevhidci olarak bu düşünceyi kabul edemezdi. Dolayısıyla bu
sudûrcu dünya-görüşündeki zımnî determinizme
Gazâli şiddetli bir şekilde hücuma geçmiş ve bu düşünceyi
geniş ölçüde bertaraf etmiştir.
Gazâlî, bu
teoriyi indî akıl yürütme üzerine kurulmuş boş bir
spekülasyon, güvenilmez bir tahmin ve karanlık üzerine karanlık
bir düşünce olarak değerlendirir. Eğer birisi kalkıp da ona
rüyada gördüğünü söylese, herkes onun bir ruh hastası
olduğuna hükmedeceğini ileri sürer. Hatta O’na göre bu
nazariye deli bir insanı bile tatmin etmekten uzak bir
nazariyedir.
Gazâlî’nin
sudurcu yaklaşımı eleştirisi, Felâsifenin
bir yandan çokluğu ve kainâttaki düzeni açıklayamamaları, öte
yandan da Allah’ın mutlak birliğini korumada başarılı
olamamaları yönündendir. Felasife Allah’ın teklik ve birliğini
zedelemeden varlıkların (kesret) yaratılması olayını akli bir
şekilde anlatmanın yollarını ararlar. Tüm varlıkların direkt
olarak Allah tarafından yaratılmış olduğu kabul edilirse,
kesretin birden nasıl çıkabileceği problemiyle karşılaşırlar.
Sonunda nazariyelerini “Bir’den Yalnızca Bir Çıkar” şeklinde
formüle ederek Allah’tan sadece İlk Aklın sudur ettiğini, geri
kalan varlıklar sırasıyla diğer akıllardan çıktığını
formüle ederek kendilerine göre problemden kurtulurlar. Onlara göre
Allah mutlak basit ve tek olduğundan kendisinde kesret söz konusu
olamaz. Ancak Allah’ın ilk ma’lülü olan İlk Akıl’da kesret
söz konusudur, dolayısıyla ondan çokluğun suduru
mümkündür.
Gazâlî yaratma konusunda Kur’an’ın
anlattığına fazla bir şey ilave etmeden bunu aynen kabul edip
kendisi ayrı bir yaratma nazariyesi geliştirmeyerek, sadece
Felâsifenin nazariyesinin Allah’ın birliğine değil, tersine
çokluğuna yol açtığı, hatta Allah’ı anlamsız ve içi boş
bir varlık konumuna indirdiği düşüncesiyle Felâsifenin sudur
nazariyesini eleştirir. Gazâlî ilk olarak bu formülün mantıki
geçerliliğini analiz eder. Gazâlî bu konuda şöyle bir mantık
örgüsü kullanır: Felâsifenin yaklaşımının temel mantığına
göre İlk Akıl çokluğun kendisinden sudur edebileceği
niteliktedir, oysa Gazâlî’ye göre bu nazariyenin mantıksal
uzantısı İlk Aklın da çokluktan uzak olması, dolayısıyla
çokluğun ondan çıkmasının mümkün olmamasıdır. Aynı şekilde
yine aynı nazariyenin mantıkı sonuçlarına göre Hakiki Tek olan
Allah’da teklik değil çokluğun varlığı söz konusu olabilir.
Bu son derece derin ve rafine bir zihin gerektiren konuyu Gazâlî en
ince ayrıntısına kadar inceler.
Felasife
İlk Akıl’da çokluk ifade eden niteliklerden birinin onun
varlığının mümkün varlık olmasını gösterir. Gazâlî bunu
eleştirerek şu soruyu sorar: Onun
vücudunun mümkün olması varlığının aynı mıdır, gayrı
mıdır? Eğer
varlığının aynı ise ondan çokluk meydan gelmez. Çünkü bu
durumda sadece İlk Aklın varlığı söz konusu olmakta,
dolayısıyla O da hakiki tek olmaktadır. Böylece Hakiki Tek olan
Allah’tan çokluk çıkmayacağı gibi (felasifenin tezi) İlk
Akıl’dan da çokluk çıkamaz. Eğer İlk Aklın vücudunun mümkün
olması varlığının gayri ise bu durumda bu yaklaşım Felasifenin
“İlk mebde’de çokluk vardır, çünkü o mevcuttur ve aynı
zamanda vücûdu vaciptir, vücudun vacip olması, vücudun kendi
zatının gayrı olmasını gerektirir” teziyle çelişki içinde
olacağını hatırlatır. Eğer vücudun vacip olmasının anlamı
sadece varlık olduğu iddia edilirse bu defa da Gazalî, vücudun
mümkün olmasının anlamı da varlıktan başka bir şey değildir
diyerek cevap verir. Bu yaklaşıma göre Allah’la İlk Akıl
arasında bu yönden fazla bir fark kalmadığını, dolayısıyla bu
teorinin ya Allah’ı İlk Akıl düzeyine indirmekte, ya da İlk
Aklı Allah düzeyine çıkarmakta olduğunu, her iki durumun da
kabul edilemez bir yaklaşım olduğunu vurgular.
Gazâlî
sudur nazariyesinin kendi içsel tutarsızlığını başka bir
noktada da sergiler. Hatırlanacağı gibi Felâsife “akletme”
olayına son derece önemli bir fonksiyon yüklemekte idiler. Allah
kendi zatını akletmesiyle İlk Aklı yaratmıştı, İlk Aklın
kendini ve Allah’ı akletmesiyle de İkinci Akılı yaratmıştı.
Gazâlî “akletme” konusunu analiz masasına yatırır ve ilginç
bir soru sorarak olayı zihinlere yaklaştırmaya çalışır: “Allah’ın
kendini akletmesi varlığını ve kendi nefsini akletmesinin aynı
mıdır, gayrı mıdır?” diye
sorar. Eğer aynı ise, zatında çokluk yoktur, sadece zâtının
ifâdesinde (çokluk) vardır. Eğer ğayrı ise, bu takdirde
Evvel’in kendisinde çokluk vardır, çünkü o, hem zatını
akleder, hem de zatının gayrini akleder. Eğer bu çokluk ise o
çokluk Evvel’de de mevcûddur. Dolayısıyla ondan birbirinden
farklı olan şeyler çıkabilir. Eğer bu tür çoklukla onun
vahdaniyeti ondan kalkıyorsa, biz her yönden vahdaniyet tezini
bırakalım” diyerek sonuçlandırır.
İbn-i Sina’nın
katılmadığı fakat diğer Felâsife mensuplarının ısrarla
savundukları “Allah’ın ancak zâtını akleder, Onun zâtını
akletmesi zâtının aynıdır, dolayısıyla akıl, âkıl (akleden)
ve ma’kûl (aklolunan ) birdir ve o bunun gayrini akletmez,”
tezine karşı ise Gazâlî sertleşerek bu yaklaşımın Allah
hakkında aklın ve izanın kabul etmiyeceği bir yaklaşım
olduğunu, çünkü bu tezin kabul edilmesi durumunda Allah’ı
yaratıkların da gerisine itmeyi de peşinen kabul etmemiz
gerekeceğini söyler.
Çünkü bu teze göre Allah’tan
sadır olan İlk Akıl’dan felekin nefsi ve cirmi sâdır olur ve
O, nefsini, her üç ma’lûlünü, illetini ve mebdeini akleder.
Dolayısıyla ma’lül (İlk Akıl), illet (Allah)’ten şu
bakımdan daha üstün olur. İlletten ancak bir şey sadır
olmuştur, halbuki ma’lülden üç şey sâdir olmuştur. Evvel
ancak kendi nefsini akletmiştir, malûl ise hem kendi nefsini
akletmiş, hem ilk Mebae’in nefsini akletmiş, hem de ma’lûllerin
nefsini akletmiştir. Allah Teâlâ hakkındaki sözünün bu
dereceye râcî olduğuna kanaat getirenler, O’nu bütün
varlıklardan daha aşağıya düşürmüş olurlar. Çünkü
varlıklar hem kendi nefislerini, hem de gayrını aklederler. Hem
kendi nefsini, hem de gayrını akleden (şey); mertebe bakımından
O’ndan daha üstün olur. Çünkü Allah (felasifenin yaklaşımına
göre) sadece kendi nefsini akleder.”
Gazâlî bu
açılardan da Felâsifenin görüşü tutarsız olduğunu, Allah’ı
tazim edelim düşüncesiyle Allah’ı varlıklardan da geri bir
konuma ittiklerini iddia eder.
“Onların
ta’zim konusunda derine dalmaları son haddine varmış ve netîcede
azâmet anlamını ifade eden her şeyi ortadan kaldıracak noktaya
ulaşmıştır. Böylece Allah Teâla’nın durumunu, âlemde
cereyan eden şeylerden haberi olmayan bir ölü durumuna
getirmişlerdir...”
Yine
Gazâlî haklı olarak şu eleştirel soruyu yöneltir: Tüm
varlıklar bütün çokluklarına rağmen ilk malulden sadır olamaz
mı? İlk malulden neden sadece Felek-i Aksa’nın kendisi ve cirmi
sadır olmuş olsun. Aksine bütün felek ve insani ruhların, tüm
yeryüzü ve semavi cisimlerin ilk malulden sadır olmalarına ne
engel vardır?
Öte yandan filozoflara göre her madde
en azından suret ve maddeden müteşekkildir. Mürekkep (bileşik)
bir şey (bir cisim gibi) daha sonra nasıl varlığa çıkacaktır?
Onun yalnızca bir tek sebebi mi vardır? Cevap şâyet olumluysa,
birden yalnızca bir çıktığı iddiası batıl ve geçersiz hale
gelir. Öte yandan eğer mürekkeb bir cisimin mürekkep bir sebebi
varsa, bu durumda aynı soru bu defa bu sebebin durumu için
tekrarlanacak ve bu bileşiğin zorunlu olarak basitle karşılaşacağı
bir noktaya ulaşılıncaya kadar devam edecektir. Mürekkep etki
(sonuç) ve tek sebep arasındaki bu temas nerede meydana gelirse
gelsin, birden yalnız birin çıkacağı prensibini
yanlışlayacaktır.
Kâinattaki tüm mevcudât, bileşim
ile niteleniyorsa ve yalnızca Allah’ın hakiki basitlik ya da
birliğe sahip olduğu söylenebilir, çünkü yalnızca O’nda
mâhiyet ve varoluş tamamen aynî (birleşmiş)dir. Bu bizi, zorunlu
olarak şu düşünceye gütürür: “Birden
yalnız bir çıkar.” prensibi
ya Kâinatta görülmekte olan terkip ve çokluğu ya da Allah’ın
bir birliğe sahip olduğu gerçeğini açıklayamaz.
Eğer
filozofların kendisiyle ilk aklın karakterize edildiği üçlünün
olduğu gibi kabul edilmesi gerekiyorsa (ki bu gerçekte yapılamaz),
o kendisinden türetmek istedikleri bütün diğer şeyleri
açıklamaktan aciz kalacaktır. Onlara göre ilk aklın mahiyetinin
yalnızca bir yönünden çıkan en üst feleğin maddesi (cismi)
kesinlikle tabiaten basit olmayıp, mürekkep (bileşik) demektir ve
bu üç şekilde olur.
Birincisi, yukarıda
ifade edildiği gibi suret ve maddeden müteşekkildir. Gerçekte
filozofların kendi kabullerine göre ise tüm cisimler böyledir.
Suret ve maddenin tüm cisimlerde daima beraberce varolduğu
doğrudur, fakat onlar birbirinden öylesine farklıdırlar ki, biri
öbürünün sebebi olamaz. Şu halde en üst feleğin cisminin suret
ve maddesi var olabilmek için bir değil iki prensibi gerektirir.
İlk aklın üç-katlı karakterinin üniteryan yönü bunu
açıklayamaz.
İkinci
olarak, bu
feleğin cismi muayyen bir büyüklüğe sahiptir. Onun sahip olduğu
muayyen büyüklük, kendi varoluşunun yalın olgusuna eklenmiş bir
şeydir. O kesinlikle farklı bir büyüklükte olduğundan daha
büyük veya daha küçük olarak vücuda gelemezdi. Bu durumda,
feleğin cisminin varoluşunu gerektiren şeyin üstünde ve
ötesinde, bu muayyen büyüklüğün kabul edilmesini açıklamak
için ilave bir sebep olması gerekecektir.
Üçüncü
olarak, en
üst felekte sabit kutuplar şeklinde iki nokta tespit edilmiştir.
Bu olgu, filozoflar tarafından Aristo astronomisine uygun olarak
kabul edilmişti. Şimdi, ya en üst feleğin tüm kısımları
birbirine benzerdir ki, bu durumda iki noktanın niçin diğerlerine
tercihen kutup olarak seçilmesi gerektiğini açıklamak imkansız
olacaktır; ya da onlar farklıdırlar yani bazıları diğerlerinin
sahip olmadıkları niteliklere sahiptir. Buna göre bize ilk akılda
başka bir yön daha gereklidir ki, o, farklılıkları, kutup olarak
iki noktanın seçilmesini haklı çıkartacak en üst feleğin
çeşitli kısımlarındaki farklılıklara sebep olsun.
Yukarıda
ifade edilmiş olan bakış açısından, en üst feleğin cisminin
ilk aklın mahiyetinin yalnızca bir yönünden sudûr etmiş
olduğunu savunmak filozoflar adına tam bir “cehalet”tir. Ya
bir’den bir çıkar şeklindeki prensip doğrudur, ki bu durumda
ilk akıl sadece üçlü değil, çokluk (kesret) olarak açıklanmadan
kalmaktadır, ya da bu prensip hiçbir anlamı olmayan boş bir
formüldür ve bu durumda “bir’den çok’un çıkabileceği”
mümkün hale gelir. Bu son durumda âlemin sonsuzluğu ve
çeşitliliği doğrudan doğruya Allah’ın birliğinden
türetilebilir ve O’nunla âlem arasında Sudûriyyeci bir merdiven
kurmaya ihtiyaç yoktur.
Birden yalnız bir çıktığı
formülü geçersiz bir formül olmakla kalmaz, hatta, Gazâli’ye
göre, sudûr doktrininin delil zinciri olan Allah’ın birliği
kavramına da büyük zarar verir ve böylece baştan benimsediklerı
asıl amacı hükümsüz kılar.
Gazâli
şu kanaattedir: “İlk
Prensip kâdir-i mutlak ve irade sahibi bir faildir; O dilediğini
yapar ve arzu ettiğini emreder ve birbirine benzeyen veya benzemeyen
şeyleri yaratır; [şu halde] O ne zaman ve hangi tarzda
dilemektedir? Böyle bir akidenin imkansızlığı ne bedihî bir
hakikattır, ne de istidlalî bir bilginin konusudur."
Gazâli
açıkça ve haklı olarak itiraf eder ki, Allah’ın âlemle
münasebeti problemi son tahlilde daima insan idrakini aşan bir
problemdir. Âlemin Allah’ın iradesiyle nasıl yaratıldığına
dair bir araştırma, ona göre “boş ve faydasız bir çaba”
dır. Allah’ın yaratıcı faaliyetinin nasıl çalıştığı dört
başı mamur bir şekilde açıklanamaz ve bu açıklanamazlık
kaçınılmaz bir şeydir; doğrusu eğer açıklanabilmiş olsaydı,
o “yaratıcı” olmayacaktı. Bu faaliyetin çeşitli türlerine
getirilen açıklamalar tecrübelerden yola çıkarak onların
aralarında bir bağlantı veya benzerlik kurar; oysa Allah’ın
yaratıcılığı bir faaliyettir ki, onun sayesinde tecrübe edenler
ve onlarca tecrübe edilen şey meydana gelir. İnsan idrakinin
kendisi bu fiilden yaratılmışsa, Allah’ın yaratma fiilinin
mahiyetini nasıl kavrayabilir?
(bk: İmam-ı Gazâlî,
Tehafüt el-Felâsife, ç. Bekir Karlığa, Çağrı Yayınları,
1981; Bünyamin Duran, İslam Tarihinin Konjonktürel Değişimi,
Nesil, İstanbul,1997.)
Yusuf
HÜSEYİN
Çeviren:
Gürbüz DENİZ
GİRİŞ
Klasik
İslâm Düşüncesinde, evrenin yaratılışı hakkında iki temel
anlayış bulmaktayız. Bu anlayışlardan birincisi, "yaratıcı
bir doktrin" ortaya koyan fikirleri kapsar. Diğeri ise; "sudur
doktrini"ni öne süren fikirlerce temsil edilir. Önceki
(yaratıcı doktrin); kelâmcilar -özellikle- Eş'ârîlerce idame
ettirilen bir doktrin iken sonraki (sudur) ise; felsefeciler
tarafından (İslâm düşüncesine) sokulan bir doktrindir. Bu iki
tip anlayış, "İslâm Kelâmı ve Felsefesi" İslâm
Düşüncesi Tarihi boyunca uzun bir münakaşaya yol
açmıştır.
Felsefesinde
yaratılış problemlerinin çözümünde sudur teorisini öne süren
ilk müslüman filozof Fârâbî (ö. 950) idi. Bu teori, İbn Sina
(ö. 1037) tarafından dahada geliştirildi. Sudur teorisi, bu
filozoflarca anlaşıldığı şekliyle iki esas prensibe dayanır.
Birincisi; öz ve varlık meselesini içeren mümkün varlık ve
vacip varlık arasındaki ayırımdır. İkinci olarak, vacip
varlıktan mümkün varlığın oluşa gelişi ya da vacip varlıkla
mümkün varlık arasındaki ilişki sorunudur. Filozoflar şu
ilkeye sarılırlar: "Vacip varlıktan vasıtasız sadece tek
bir şey sâdır olur ve çokluk da ondan (vacip varlıktan sâdır
olandan) vasıtasız ve başarılı bir şekilde sudur eder".
Basit ifadelerle bu; "birden sadece bir çıkar"
demektir.
İlk
etkin prensip, esas olarak "varlıkların prensipleri"
(mebâdiü'l-mevcudât) anlayışı üzerine kurulmuştur. Bu
prensipler; varlıkların her birinin işlevini olduğu kadar
tabiatını da izah eder. İlk yönetici prensip, temel olarak,
sudûrun tüm sürecinde yer alan, varlıkların her birinin işlevi
olduğu kadar tabiatını da izah eden varlıkların prensipleri
anlayışları üzerine kurulmuştur. Bu prensibe dayalı olarak;
sudur teorisinin açık bir şekilde anlaşılması ortaya
çıkacaktır. "Sonsuz ezelî sudur" meselesi üzerinde
filozofların görüşlerine açıklık getirilecek ezelî sebep ve
evrenin geçici oluşumu arasındaki Bir, Çok ya da Çokluk"
ilişkisi izah edilecektir. Bu sunuşun gayesi; Fârâbî'nin
varlıkların prensipleri anlayışını resmetmektir.
Fârâbî,
varlıkların prensiplerini, mertebeleri açısından altı
kategoriye ayırmıştır. İlk Sebep (es-Sebebü'l-Evvel), bu
prensipler arasında ilk mertebe (el-mertebu'1-ulâ) olarak
anlaşılmıştır. Bunu ikinci mertebe (el-mertebetu'1-sevanî)
olan ikinci sebep (el-sebebu't-sanî) izler. Üçüncü mertebe
(el-mertebefü's-saîîse) ise Faal Akıl'dır. Sonra Fârâbî'nin
Nefs (soul) olarak tanımladığı dördüncü mertebe
{el-mertebetü'r-rabîa) gelir. Beşinci mertebe (el-mertebetü
i-hâmise) surettir. Son olarak, madde (matter) altıncı ve en
aşağı mertebeyi oluşturur. Bütün bu altı prensip, cisimler ve
arazların oluşturduğu prensipler olarak değerlendirilmektedir
.
Cisimler
ve arazlar bu prensiplerin cevherleşmesinden varlık alırlar. Bu
prensipler ve cisimler arasındaki ilişki açısından Fârâbî
onları iki kısma ayırmıştır. Birinci prensip, ne cisim ve ne
de cisimden gelir. Fârâbî; İlk'i (evvel), İkinciler'i (sevânî)
ve Faal Aklı bu kategoride değerlendirir. Bu kategori, bizim bu
yazıda (çözmemiz gereken) sorundur. İkinci olarak, cisme
istidatlı olan fakat kendileri cisim olmayan prensipler gelir.
Nefs,suret ve madde bu kategorinin prensipleridir.
Bu
da, cisimlerin cisim olmaları itibariyle, bizzat kendilerinin
prensip olmadığı demektir. Bu prensiplerin ürünü olma
noktasında (varlıkları) ispatlanır. Cisimler altı cinstendir.
Fârâbî onları, semavî cisim, insan, {Hayvan-ı Nâtık) hayvan,
(Hayvan-ı Gayr-ı Nâtık) bitki (en-nebât), maden (el-maden) ve
dört unsur (el-ustugussat et-erbâa) olarak sınıflar .
Fârâbî,
sudur teorisinden dolayı ortaya çıkan bir çok temel soruya,
varlıkların temel prensipleri teorisi ve bu prensiplerce
oluşturulan cisimlerin türleri ile cevaplar vermeye çalışmaktadır.
İlk sebepten, ezelî sudur prensibinin, cisimlerin fâni varlığının
prensipleriyle biraraya getirilmesi nasıl olabilir? Onun teorik
analizindeki niyeti, bu problemin hareket serbestisini
sınırlandırmaktır.
İlk
(Evvel) Kavramı:
Fârâbî'nin
'İlk" kavramını ele alışında üç konu vardır.
Birincisi, İlk'in tabiatı, ikincisi Evvel'in Akü ve Akîl olduğu
ve son olarak da İlk Sebebin varlığı gibi işlev gören İlk'tir.
İlk, Fârâbî tarafından anlaşıldığı üzere, ilâh olarak
İlk Varlık'tır. Ne dışarıdan ve ne de içeriden kendisine etki
edilemez. Maddesizdir ve maddesiz olması itibariyle ne cisimdir, ne
de cisimleşmeye kabiliyetlidir.
Maddesiz
olduğundan şekilsiz olduğu söylenir. Zira, şekil, maddesiz var
olamaz. Aynı şekilde, maddede, şekilsiz var olmaz. Bu yüzden
mürekkep (madde ve sekil içeren) olarak addedilemez. Ziri iki ya
da daha fazla prensipten karma olmuş olsaydı, var olmak için
başka bir şeyden oluşmuş olması gerekecekti.
"O
öyle bir varlıktır ki, O'nun varolması için ne "O'nunla
oldu"
ne
"Ondan oldu" ne de "O'nun için oldu" denecek
bir sebep bu-
lunamaz.
O ne maddedir, ne de madde sebebiyle kâimdir. O'nun
varlığı
her maddenin ve her sebebin dışındadır. O'nun sureti de
yoktur.
Çünkü form yalnızca madde ile var olur. O'nun sureti ol-
saydı
özünün madde ve suretten teşekkül etmesi lazımdı.
Böyle
olunca
da kendisini teşkil eden bu iki cüzle kâim olması lazım
ge-
lecekti
ve varolması için bir sebep bulunmuş olacaktı" .
Bu
deliliyle Fârâbî, İlk Sebebin, bölünmez ve dağılmaz
anlamında zâtında kâmil (tam) olduğu sonucuna ulaşmaktadır. O
ne bölünebilir ve ne de maddede var olabilir. Eyleminde, nitelik
ve cevherinde bölünemezdir. Bütün bu önermelerden Evvel'in
bütün yönlerden Bir olduğu ortaya çıkar.
"Fiili
olarak bölünmezse, o bakımdan Bir'dir. Keyfiyeti
cihetinden
bölünemezse
keyfiyeti açısından Bir'dir. Fakat cevheri itibariyle
bölünmeyen
şey cevheri itibariyle Bir'dir. O halde İlk Varlık, cev-
heri
itibariyle bölünemez" .
Bu
birlik, O'nun özünde olduğu kadar, O'nun varhğındandır da. Bu
ise şu sebeptendir: Şayet o cevherinde bölünemez ise, O ve diğer
varlıklar arasındaki ayırım, varlığın tabiatına
dayandırılır. Evvel'in sahip olduğu varlığa eşit diğer
varlıkların olması imkânsızdır. Bu görüşe dayanarak şu
sonucu çıkarır:
Bu
yüzden O'nun tüm varlıklardan farklılığı, O'nun Özünde olan
tekliği sebebiyledir. ilk, ilk sebep olarak addedilir ve o,
ikincilerin ve faal aklın yakın sebebidir .
"Öyleyse,
İlk, ilâh olarak anlaşılmalıdır. O, ikincilerin ve faal aklın
varlığının yakın sebebidir"?.
el-Evvel'in,
Bir olduğu, bölünemez ve maddede olmadığı isbat edildiğinden
Fârâbî, Evvel'in cevherinde, âkîl ve ma'kül olduğunu öne
sürer. Fârâbî, bir şeyin âkıl ve ma'kül olmasına engel
madde olduğunu delillendirdi. İlk'in varolması için maddeye
ihtiyacı olmamasına ve ondan teşekkül etmemesinden dolayı, bu
sebeple O'nun akıl olduğunu kabul etmek daha mantıklıdır.
"Bir
şey, maddeye ihtiyaç duymadan var olursa bu onun cevherinde fiilî
akıl olacağıdır. Bu ise el-Evvel'in durumudur"
.
el-Evvel'in
ma'kûl olduğunu varsaymak aynı derecede geçerlidir. Onu
akledüebilir olmaktan alıkoyan madde olduğundan, İlk'in aynı
zamanda akledilebilir olduğunu içeren Fârâbî'nin delili
aşağıdaki gibidir.
"İlk;
cevheri itibariyle ma'kuldur da. Zira yine bir şeyi fiilî olarak
akledilebilir ve cevheri vasıtasıyla ma'kûl olmaktan alıkoyan
maddedir. Hüviyeti ahi olanın, ma'kûl olması için, kendi
dışında bulunan bir zat tarafından tanınmasına muhtaç
değildir" .
Sudur
teorisi çerçevesinde Fârâbî'ye göre, İlk'in temel fonksiyonu
akletmektir. Fârâbî, Evvel, Evvel'in aklı ile insanın akletme
eylemi arasındaki ilişkiyi açık bir şekilde ortaya koymak için
insan akletmesiyle Evvel arasında bir ayırıma gider. İnsan aklı
ve İlk arasındaki müzakereyi sonuçlandırmak için şöyle
der:
"Bizim
düşünüyor olmamız, cevherimizin akıl olması sebebiyle
değildir. Cevherimizi oluşturmayan bir akılla düşünürüz.
Fakat el-Evvel farklıdır. Akıl, âkîl ve ma'kulun
tek
bir anlamı, tek bir özü ve tek bir görülmez cevheri vardır"
.
İkinciler
Kavramı (el-Sevanî)
Fârâbî'nin
İkinciler kavramını ele alırken, iki mesele üzerinde
yoğunlaşacağız. Problem olan İkinciler, el-Ewel'den uygun bir
şekilde sudur eden akıllar serisidir. İkincilerin cevheri,
bölünmez maddeden ayrı, cisimsiz el-Evvel gibidir. Bu, Fârâbî'nin
'Tekrar (eydan) kelimesini el-Evvel'den ikincinin sudûru"
ifadesini kullanmasıyla açıklık kazanır.
"el-Evvel'den
ikincinin varlığı sudur eder. Bu ikinci, tekrar (eydan) sudur
eder. Tamamen cisimsiz cevher ve maddede de değildir"
.
Fârâbî,
bu ikincilerin (akılların) hiç birinin zıtlannm olmadığını
belirtir. Bu ise, ikincilerin madde olmayıp, maddede de olmadıkları
sebebinden kaynaklanır. Onların hiçbirinin maddî bir ortaklığı
yoktur. Zira bir şeyin zıddının olması, onun maddede olmasını
gerektirir. Bu yüzden bu ikincilerin zıddı olmadığını
benimsemek daha mantıklıdır.
"Yine
onun bir zıddı olamaz. Çünkü bir zıddı olanın müşterek bir
maddesi ve zıddı
vardır.
Fakat bunların (mufarık varlıkların) maddede varolmaları
imkânsızdır" .
Aynı
duruma dayanarak Fârâbî, tüm bu ikincilerin maddesiz
olmalarından dolayı, hepsi için kendisi dışında türler
olmadığını ileri sürer . Bu ikinciler ya da akıllar, sayıca
ondur. Hepsi varlıklarında ve mertebelerinde münferit olarak
değerlendirilirler. Onların tekliklerinin anlamı; hiçbirinin
kendisiyle aynı ya da varlığı paylaşan başka bir varlık
olmamasıdır. Aynı varlığı paylaşan başka bir varlığın
varsayılması söz konusu olursa Fârâbî şunu ileri
sürer:
"Şayet
onun varlığını başka bir varlık paylaşacaksa, diğer varlık,
varlığı ile tıpkı olmazsa bile kendisini bu varlıktan ayıracak
gerekliliğe sahip olacaktır. Bu ayırım; sonra, kendi özel
varlığını oluşturacaktır. Bu varlığın özel varlığı, bu
varlığın varlığıyla var olmayacaktır. Fakat bundan sonra
ikisinin varlığı bir ve aynı olmayacak, onun özelliğine
uyarlanabilecek bir şeye sahip olacaktır" .
İkinciler,
semavî cisimlerin varlığının ikinci sebebi olarak
değerlendirilir. Bu ikincilerin her biri semavî cisimlerin
kürelerinden birini varlığa getirir. Fârâbî ikincilerin
sayısını, semavî cisimlerin sayılarıyla eşitler.
"Ve
ikinciler; cisimlerin varlıklarının sebepleridir. Bu
cisimlerin
cevherleri
onlardan oluşur. İkincilerden her biri, semavî cisimlerden
birini
varlığa getirir. İkincilerin en yükseği, ilk semadan
zorunlu
olarak var olanıdır. En aşağısı ise ayda olan
küreyi zorunlukılar.
Onların arasındaki aracı varlıklar ise
(en yükseği Ue en aşağı)
birbirinden sudur ederler. Bu
ikincilerden birinin varlığı, bu iki
semavî
cisim (ilk sema ve ay) arasında semavî cisimlerin (eflak)
varlığım
zorunlu kılar" .