30 Haziran 2015 Salı

MÜNZEVİ - GUY DE MAUPASSANT


Birkaç dostla beraber,Canne’dan Napoule’a giden geniş ovanın ortasında,büyük ağaçlarla
örtülü eski bir tümülüs üzerine yerleşmiş ihtiyar münzeviyi* görmüştük.
Ovadan dönerken,eskiden çok olan ve şimdilerde kökleri kesilen bu garip münzevilerden
söz ediyorduk.İnsanları,geçmiş zamanda yalnızlığa iteleyen üzünç çeşitlerini açıklamaya
çabalıyor,bunlar için ahlaki nedenler arıyorduk.
Arkadaşlarımızdan biri birdenbire dedi ki:
  • Ben biri erkek,öteki kadın olarak iki münzevi tanıdım.Kadın,belki hala yaşamaktadır.Beş yıl önce,Korsika sahillerinde bütün evlerden on beş yirmi kilometre uzakta tümüyle ıssız bir tepe üstünde bir yıkıntıda yaşıyordu.Orada,bir hizmetçi kadınla ömrünü geçiriyordu,
kadını gidip gördüm.İyi bir çevrenin kadını olduğundan kuşku yoktu.Beni incelikle,hatta
istekle kabul etti,fakat onunla ilgili bir şey bilmiyorum;hiçbir şey öğrenmedim.
Erkeğe gelince,onun korkunç hikayesini şimdi anlatacağım.
Arkanıza dönün.Ta ileride.Napolue’un gerisinde ayrılmış,Esterel tepeleri önünde yalnız
başına görünen şu sivri ve ağaçlık tepeye bakın;yöre halkı ona “Yılanlar Tepesi” adını verirler.
benim anlatmak istediğim münzevi,on iki yıl kadar önce orada,eski bir tapınağın arasında
yaşıyordu.
Ondan söz edildiğini duyup,onunla tanışmak istedim ve bir Mart sabahı atıma binerek
Canne’dan çıktım.Hayvanımı Napolue’daki hancıya bırakıp,yayan olarak,yüz elli iki yüz metre
yüksekliğinde olan ve üstü kokulu bitkilerle,özellikle kokusu çok kuvvetli ve çok etkili olan
insanı sarhoş eden ve içine fenalık getiren laden otu ile kaplı bulunan şu garip tepeye
tırmanmaya koyuldum.Arazi taşlıktı ve çakıllar üzerinden kara yılanların kayarak otlar
arasında kayboldukları sık sık görülüyordu.Ona haklı olarak verilmiş olan Yılanlar Tepesi
adının nedeni bundan geliyordu.
Kutsal bir eski zaman tepesine,kokular içinde ve gizemli ladenlerle kaplı ve yılanlarla
dolu,üstünde bir de tapınak bulunan tepeye tırmanmanın garip heyecanına bir çok defa
tutuldum.
Bazı günler,güneş altındaki yokuşa tırmanırken bu hayvanlar sanki insanın ayağının
altından çıkıyormuşa benzer.Bunlar o kadar çoktur ki,insan yürümeye cesaret edemez ve
garip bir sıkıntıya düşer;bu hayvanlar zararsız olduklarından,bu bir korkudan çok,bir mistik
çekinmedir.
Bu tapınak hala duruyor.Bana buranın yalnız tapınak olduğunu söylediler.Ötesini,
heyecanlarını bozmamak için öğrenmeye kalkışmadım.
İşte böylece,çevreyi seyretmek bahanesiyle bir Mart sabahı bu tepeye tırmandım.Tepeye
vardığım zaman gerçekten de duvarlar ve bir taşın üzerine oturmuş bir adam gördüm.
saçları her ne kadar bembeyaz ise de kırk beş yaşından fazla görünmüyordu;sakalı hemen
hemen hala siyahtı.Dizlerinde topak olmuş bir kediyi okşuyordu ve bana hiç aldırış etmiyor
gibiydi.Onun oturduğu bir kısmı dallarla saman,ot ve çalılıkla kapanmış ve örtülmüş olan
yıkıntıyı bir dolaştım ve yanına döndüm.
Oradaki manzara olağanüstüydü.Sağ tarafta,garip şekilde kesik sivri tepeleriyle
Estrek;onun gerisinde,sayısız burunları olan İtalya sahiline kadar uzanan geniş deniz,Canne’ın
karşısında deniz üzerinde yüzen,en geridekinin mazgallı geniş ve eski bir kulesi olan düz
ve yeşil Lerins adaları vardı.
Daha ileride,uzaktan deniz kıyısına yumurtlamış,sayısız yumurtalara benzeyen uzun
villalar arasında kurulmuş beyaz kentler sıralanmış sahile egemen olarak tepeleri hala
karla kaplı Alpler yükseliyordu.
Vay canına,ne güzel!diye mırıldandım.
Adam başını kaldırdı ve dedi ki:
Evet öyle,ama bütün gün seyredilince,tekdüze bir şey oluyor.”
Demek benim münzevim laf ediyor,konuşuyor ve canı sıkılıyordu.Bunu aklımda tuttum.
O gün orada çok durmadım ve yalnızca benim adamcılın rengini keşfetmeye çalıştım.
Özellikle benim üzerimde,diğerlerinden daha yorgun,her şeyden bıkmış,üstelik ilaç
kabul etmez şekilde kendinden iğrenen ve düşkırıklığına uğramış bir adam etkisi uyandırdı.
Yarım saatlik bir konuşmadan sonra onu terk ettim.Fakat sekiz gün sonra gene oraya
gittim,sonra her hafta gittim.Bu o kadar iyi oldu ki,iki aya varmadan dost olduk.
Mayıs sonlarında bir akşam sırasının geldiğine inanarak beraberimde yiyecek olduğu
halde onunla yemek yemek üzere Yılanlar Tepesi’ne gittim.
Kuzeyde buğday ektikleri gibi çiçek ekilip yetiştirilen bu yöreye özgü,çok kokulu kuzey
akşamlarından biriydi;kadın elbise ve tenlerini kokuya bulayan hemen bütün hoş kokuların
yapıldığı bu yörenin,bahçelerine ve küçük vadilerinin katmerlerine bile dikilmiş olan portakal
ağacı rüzgarlarının esip ihtiyarlara aşk düşleri gördürerek onları sürüklediği akşamlardan
biriydi.
Münzevim beni saklamadığı bir memnunlukla kabul etti;benim yemeğimi paylaşmayı
sevinçle karşıladı.
Ona,alışıklığını yitirdiği şaraptan biraz içirdim;canlandı ve geçmiş hakkında konuşmaya
koyuldu.Sürekli Paris’te oturmuş ve neşeli bir bekar yaşamı geçirmiş gibi geldi.
Birdenbire ona sordum:”Şu tepenin üstüne gelip durmakla ne kadar garip bir iş yapmış
oluruz!”
Hemen karşılık verdi:”Ah! Dünyada bir insanın uğrayabileceği en korkunç bir sarsıntıya
uğradım.Sizden bu felaketi gizlemek neye yarar?
Belki bana acırsınız! Sonra hiç kimseye bunu söylemiş de değilim..hem de bir insanın
bu iş hakkında ne düşünebileceğini öğrenmek isterim...nasıl bir yargıya varacağını da.
Paris’te doğdum,orada yetiştim,büyüdüm ve bu kentte ömrüm geçti.Babamla anam
bana birkaç bin frank gelir bırakmışlar,bazı korumalarla da küçük ve sakin bir memurluk
elde etmiştim ki,beni,bir bekar için zengin denecek bir hale koymuştu.
Gençliğimden beri bir bekar yaşamı sürdüm.Bunun ne demek olduğunu bilirsiniz.
Özgür ve ailesiz olarak yaşamaya,üç ay biriyle,altı ay bir diğeriyle,sonra bir yıl da hiç
arkadaşsız,yalnız satılık kızlar yığınından yararlanarak,yaşamaya,resmen bir kadını eş
olarak almamaya karar vermiştim.
Bu orta halli-İsterseniz bayağı deyin-yaşayış,bana uygun geliyor,benim uçarı ve değişik
doğal zevklerime yetiyordu.Bulvarlarda,tiyatrolarda,kahvelerde yerim olduğu halde,
evsiz biri gibi hep dışarıda yaşıyordum.Yaşarken tıpkı bir mantar gibi kendilerini dalgaya
bırakmış olan binlerce insandan biriydim.Şu kusurları ve üstünlükleri olmayıp yalnızca
iyi çocuk denenlerden biri.İşte o kadar.Kendimi olduğu gibi gösteriyorum.
Yirmi yaşımdan kırkıma kadar,yaşamım dikkate değecek bir olgu olmadan,ağır ve çabuk
akıp geçti.Şu Paris’in tekdüze yılları,önemsenecek anılardan hiçbiri akılda kalmayan;yenilen
içilen ve niçin olduğu bilinmeden gülünen,hiçbir heves duymadan,tadılacak ve öpülecek
her şeye uzatılmış dudaklarla geçen sıradan ve uzun yılları ne de çabuk gidiyor.İnsan
genç oluyor ve başkalarının yaptıklarından hiçbir şey yapmadan hiçbir bağsız ve hiçbir köksüz,
hiçbir ilişkisiz,hemen hemen dostsuz,akrabasız,kadınsız,çocuksuz ihtiyarlıyor.
İşte böylece,gitgide,birdenbire kırkına bastım;bu yıldönümü onuruna kendi yüce
nefsime büyük bir kahvede iyi bir yemek ziyafeti çektim.Yaşamda kimsesiz,yalnız biriydim;
bu tarihi yalnız başıma saptamanın da hoş bir şey olacağı sonucuna vardım.
Yemekten sonra,ne yapacağımı kestiremedim.Bir tiyatroya gitmek istedim;sonra eskiden
Hukuk eğitimi yaptığım Quartier-Latin’i ziyaret etmek aklıma geldi.Paris’i geçtim ve hiçbir
fikrim olmadan,kızların hizmet ettikleri birahanelerden birine girdim.
Benim masama bakan,çok genç,güzel ve güler yüzlü bir kızdı.Ona bir şey içmesini önerdim,
hemen kabul etti.Karşıma oturdu ve hangi çeşit erkekle karşılaştığını bilmeden,alışkın
gözlerle bana baktı.Kumral ya da daha doğrusu hafif kumral,taze,taptaze,korsajın şişkin
kumaşı altında,tombulluğu ve pembeliği belli olan bir kızcağızdı.Bu çeşit yaratıklara söylenecek
budalaca ve zamparaca şeyler söyledim ve gerçekten de hoş bir şey olduğu için..hep
kırk yaşımın şerefine olarak...onu birlikte götürmek işi aklıma geldi.Bu,ne uzun ne güç oldu.
o şimdi özgürdü...Bana buna on beş gündür sahip olduğunu kendisi söyledi..Ve işi biter bitmez
önce Halles’de bir gece yemeğini kabul etti.
Benimle birlikte gelmek işinde atlatması korkusuyla-ne olabileceği,böyle birahanelere
kimlerin gelebileceği,bir kadının kafasında ne gibi rüzgarlar eseceği hiçbir zaman bilinmediği
için-orada bütün gece,onu bekleyip oturdum.
Ben de bir ya da iki aydan beri yalnızdım ve bu mini mini aşk acemisinin masadan masaya
gidişine bakarak,onunla bir süre birlikte yaşamaya girişmenin iyi olup olmayacağını kendi
kendime düşünüyordum.Bununla size Paris’te yaşayan erkeklerin yaşamlarındaki gündelik
sıradan olaylardan birini anlatmış oluyorum.
Bu üstünkörü açıklamalarımdan ötürü beni bağışlayın.Şairce sevmemiş olanlar,kadınlar
üstüne tıpkı kasap dükkanından bir kilo et alır gibi,etlerinin tazeliğinden başka bir şey
düşünmezler.
Onu,kendi evine götürdüm;çünkü kendi yatağıma saygım vardı.Burası beşinci katta,
temiz ve yoksul bir odaydı ve orada hoş iki saat geçirdim.Bu küçükte ender rastlanan
bir hoşluk ve incelik vardı.
Henüz yatakta olan kızdan izin alıp,ikinci bir buluşma günü saptadıktan sonra,ayrılmak
üzere,zorunlu olan hediyeyi bırakmak için ocağa doğru ilerledim,onun üstünde bir cam
altında bir saat,iki çiçek vazosu,bir tane çok eski,hani şu dagerotip denen cam üzerindeki
çeşitten olan iki fotoğraf gözüme ilişti.Rastgele o resme bakmak için eğildim,iyice görmek
için ,çok şaşkın bir halde kalakaldım...
Resim,benim resmim,benim ilk resimlerimdendi...ta Cartier Latin’de öğrenci olarak
yaşadığım sıralar çektirdiklerimden.
Daha yakından görmek için hemen kavradım.Hiç yanılmıyordum...
Ve olay bana o kadar beklenilmedik ve garip geldi ki gülmem tuttu.
Sordum:”Şu resimdeki bay kimdir?
Kadın karşılık verdi:”Kendisini görmediğim babam.Annem onu saklamamı,belki bir gün
işime yarayacağını söyleyerek bana verdi....”
Kadın tereddüt ediyordu,gülmeye koyuldu ve tekrar başladı:”Neye yarayacağını bilmem.
gelip beni tanıyacağını da aklıma getirmem.”
Kalbim,gemi azıya almış bir at gibi hızla çarpıyordu.Resmi ocağın üzerine koydum,onun
üstüne de,ne yaptığımın farkında olmadan,cebimdeki yüzer franklık iki kağıt parayı koydum ve
Yine görüşürüz...yine...görüşürüz.”diye bağırarak kaçtım.
Onun: “Salıya” dediğini işittim.Karanlık merdivendeydim,elimle yoklaya yoklaya indim.
Dışarı çıkınca,yağmur yağdığının farkına vardım ve hızlı hızlı sokağın birine dalarak
yürüdüm.
Önüme neresi çıkarsa,çılgın gibi dağınık zihinle aklımı başıma toplamak isteyerek
gidiyordum.Olur şey miydi?Evet,hemen aklıma bir kız geldi ki,ayrılığımızdan bir ay sonra
benden hamile olduğunu yazmıştı.Mektubu yırtmış ya da yakmıştım,bunu da unutmuşum.
küçüğün ocağı üstündeki fotoğrafı almalıydım.Ama onu tanıyabilir miydim?Bu ihtiyar bir
kadının fotoğrafı gibi geldi.
Rıhtıma çıkmıştım.Bir sıra buldum ve oturdum.Yağmur yağıyordu.Ara sıra,şemsiyeleria
altında insanlar geçiyordu.Yaşam bana iğrenç ve isyan ettirici,zorunlu ve zorunsuz başa
gelen,yoksulluklar,ayıplar,alçaklıklarla dolu geldi.Kızım! Belki de kendi kızıma sahip olmaktan
geliyordum...
Ve Paris,bu büyük Paris,abus,karanlık,çamurlu,hazin,siyah,şu kapalı evleriyle buna benzer
şeyler,zinalar,aile zinaları,ırzına geçilmiş çocuklar ile dolu idi....Köprülerin alçak iğrenç
insanlarla dolu olduğundan söz edildiğini hatırladım.
İstemeden, bilmeden ,bu aşağılık yaratıklardan daha beterini yapmıştım.Kızımın yatağına
girmiştim.
Az kalsın kendimi suya atacaktım.Deli olmuştum.Sabaha kadar başı boş gezdim,sonra
düşünmek için evime geldim.
Bana en akıllıca geleni yaptım:
Noterin birine bu çocuğu çağırmasını ve ondan, anasının “baba”diye kendisine bıraktığı
fotoğrafı ne gibi koşullarda terk ettiğini sormasını rica ettim.Bu işin bana bir dost
tarafından verildiğini söyledim.
Noter emirlerimi yerine getirdi.Kadın,ölüm yatağından ve adını bana söyledikleri
bir papazın önünde,kızına babası olduğunu söyleyerek bu resmi teslim etmişti.
O zaman,hep bu bilinmeyen dost adına olarak,servetimin yarısını,bu çocuğa verdim;
Sonra işimden istifa ettim ve işte bu durumdayım şimdi de..
Bu kıyı boyunca serseri serseri dolaşırken,bu tepeyi gördüm ve burada kaldım..Ne vakte kadar?
Bunu bilmiyorum.
Hakkımda ne düşünüyorsunuz? Yaptığıma ne dersiniz?
Ona elimi uzatarak dedim ki:
-Yapmak zorunda olduğunuzu yapmışsınız.Birçokları böyle iğrenç bir yazgıya daha
az önem verirlerdi.
Tekrar söze girişti:

Bunu biliyorum,ben,az kalsın çıldıracaktım.Hiçbir zaman aklıma getirmediğim kadar

Duygulu bir yüreğim varmış.Şimdi Paris’ten, imanlıların cehennemden korktukları gibi

Korkuyorum.Bir yumruk yedim,hani sokaktan geçen birinin kafasına düşen kiremit gibi,

Hepsi bu.Bir süreden beri daha iyiceyim.”

Münzevimi terk ettim.Hikayesiyle çok heyecanlanmıştım.
Onu iki kez daha gördüm,sonra kalkıp gittim,çünkü hiçbir zaman güneyde Mayıs sonundan
sonra kalmam.
Ertesi yıl tekrar geldiğimde adam Yılanlar Tepesi’nde yoktu ve ondan söz ediliğini de
hiç duymadım.
İşte benim Münzevimin hikayesi.

Münzevi: Arınmak,derinlemesine düşünmek(Tefekkür)Allah’a yaklaşmak,belli bir adağı
yerine getirmek gibi amaçlarla insanlardan ayrılarak,sakin bir yerde yalnız başına kalmakk
Remzi Kitabevi 1942

Türkçesi:Mustafa Nihat Özün