“Yine öldürdüm.” dedi, alaycı bir şekilde sırıtarak. O ; bunu yapmayı çok seviyordu. Bir buldozerin yoldaki kabartıları dümdüz ettiği gibi, insanları ezip geçiyor, yok ediyordu. Ortalığı kimsesiz , bomboş bırakıyor; canlılığa dair hiçbir iz bırakmıyordu. Onca gürültü patırtı sanki hiç olmamıştı. Sanki o insanların hiç biri, hiç yaşamamış gibi, hepsini yalnızca uzay boşluğunda dalgalanan birer ses dalgaları haline getiriyor; yeryüzünü ise sessizlikle örtüyordu. “İyi yapmışsın.” dedim. Gülümsemedim bile. Sevmiyordum işte! Her romanının ölümlerle, sessizlikle, yoklukla bitmesini sevmiyordum ama yaratıcı oydu. O; bununla doyuma ulaşıyordu. Kendi yaptığı kumdan kalesine tekme atan çocuklar gibi yarattığını yok etmeyi çok iyi biliyordu.
Onun her romanının sonunda olduğu gibi evimize de sessizlik hakimdi. Evde sabun köpüğünden yapılmış iki baloncuk gibi usul usul uçuşuyor; ara sıra birbirimize dokunuyor, çok geçmeden uzaklaşıyor daha fazla yaşayabilmek için çabalıyorduk. Çok renkli, cıvıl cıvıl bir hayatımız da yoktu. Bırakın hayatımızı eşyalar, evin boyası filan renksizdi. Bence ikimizin gökyüzü bile griydi. Güneş oralarda yüzünü pek göstermiyordu. Nadiren güneş çıksa bile yağmur damlacıklarıyla birlikte cama yapışan tozlar ve sigara dumanından sararmış tüllerimiz onun ışıklarının içeri girmesine izin vermiyordu. Acaba buraya saklanarak gerçek yaratıcının hazırlayacağı sondan mı kaçıyorduk ? O bize sonumuzu göstermeden kendi ellerimizle mi hazırlayıp içine mi girmiştik, bilmiyorum...
Onunla buralara gelerek böyle yaşayacağımı hiç hayal etmemiştim. Yarınlara dair pek plan yapmayı sevmezdim. Kırılmasınlar diye pek hayal de kurmazdım. Kendi kendimi savururdum; kendi avucumun içindeki toz olup, kendim üflerdim ve kendim uçuşurdum.
Onu ilk gördüğüm zaman ağlıyordum, çok mutsuzdum. Kanatlarım uçmaktan yorulmuştu. Ara sıra konacak yer bulamadıktan sonra uçmanın da bir keyfi yoktu. Özgür olmayı seviyor, her zaman özgür olabilmek istiyor ama ara sıra daha büyük kanatları olan birinin kanatları altına sığınmak istiyordum. Isınmak, ağlamak, gülmek, ondan gitmek sonra bazen yine ona sığınmak istiyordum. Kimse ara sıra gelinen bir yer olmak istemiyordu. Kimse tenhalığı sevmiyordu. Aslında ben de sevmiyordum. Her neyse işte. Bir gün, bir parkta, bir bankta oturmuş ağlıyordum. O da karşımdaki banka oturmuş bana bakıp bakıp gülüyor, küçücük bir deftere bir şeyler karalıyordu. Gülmek bir insanda bu kadar mı eğreti dururdu! Bu arada onun tanınmış bir yazar olduğunu bilmiyordum. Eşofmanının üzerine kareli ceket giymiş olması ve anlamsız bir şapka takmış olması bile onu ele vermiyordu. Bana güldüğüne emin olduktan sonra kalkıp, karşısına dikilip, elindeki defteri çekip aldım. Gülmesi kesildi. Bunu yaptığım için bana saldırabilirdi de. O an bunu umursamamıştım. Yazdığı sayfayı buldum. Okudum: Ölü bir kadından bahsediyordu.Ölmeden önce ağlamaktan rimelleri yüzüne gözüne bulaşmış bir kadındı. Sırt üstü yere düşmüş, iri dalgalı, siyah saçları yere saçılmıştı. El bilekleri masumluğunu kanıtlarcasına havaya bakıyordu. (Kadının gözlerinin siyaha yakın kahverengi olduğunu da onunla birlikte olmaya başlayınca öğrenecektim.) Ağlamamı ölü bir kadının yüzüne oturtmuştu ve bununla eğleniyordu. Öfkeyle defteri yere fırlattım ve ilerledim. O da bir şey demeden yerden defterini alıp, peşimden gelerek bana yetişmiş ve beni kanatları altına almıştı. Yüzüme bulaşan rimellerimi de silmişti.
Onun limanında bu kadar nasıl kalabilmiştim? Onunla binlerce kilometre uzağa nasıl gelebilmiştim? Ama artık hayattan renklerimi geri almalıydım. En çok sevdiğim şekilde gökyüzümü de koyu laciverte boyamalıydım. Şehirlerimi turuncu ışıklarla aydınlatmalıydım. Dinlendikçe güçlenen kanatlarımla uçmanın vakti gelmişti yine. Bavulumu hazırladım.